15 Temmuz'un düşündürdükleri
Söyle, yağmur çamur değmedi yüreğime
Şimdi ben ner'deyim, sen ner'de?
Söyle, ay doğmadan düşmesin yaş gözüme
Şimdi ben ner'deyim, sen ner'de?
Eskiden Günay isminde benden beş altı yaş büyük Burdurlu bir arkadaşım vardı. Günay’la ilk kez nerede ve nasıl karşılaşmıştık yazmak istemiyorum ancak tanıdıktan sonra kısa süre içinde sevmiştim onu. Pek çok ortak özelliğimiz vardı, ikimiz de deniz kenarında yetişmiştik örneğin. Deniz kenarında yetişmek, iki insanı birbirine yaklaştıracak büyük bir ortak özellik midir bilmiyorum ancak Günay’la çabuk ısınmıştık birbirimize. Polis olan babasını henüz 7 yaşındayken kaybetmişti. Üstelik söylendiğine göre babasını solcular vurmuştu ancak Günay yine de solcu olmuştu. Gerçekten bugün bile anlamış değilim hangi duygularla bunu yaptığını. Fakirlik, en büyük etkendi muhtemelen. Ailesi çok yoksuldu çünkü. Belli ki, ağır bir yoksulluk içerisinde büyümekten kaynaklanan bir adalet arayışına yönelmişti.
Günay daha sonra 2004 senesinde ölüm orucunun 134. gününde öldü. Ölmeden önce de vasiyet niteliğinde bir mektup yazıp bırakmış. Şunları diyordu: Biliyor musun ben öldüğümde direkt denize atılmak isterdim. Çocukluğumdan beri çok sevdiğim denizde ölmek istedim en çok. Sonra da şöyle ilave etmiş: Örneğin dünyayı seviyorum ve bakıyorum dörtte üçü su; Anadolu'ya hayranım, dört yanının üçü deniz; insanı seviyorum, dörtte üçü gene su...
Yazımın geri kalanını ona seslenerek yazmak istiyorum. Ölmeden önce yazdığı o mektuba 20 sene sonra cevap vermiş olacağım böylece. Biraz tuhaf bir durum aslında. Ancak okuyanlar, bu satırları öyle ağlayarak ya da çok perişan bir ruh hali içersinde yazdığımı falan da düşünmesin asla. Aksine gayet sakin ve normal bir haldeyim. Hatta olacak iş değil ama gülümsüyorum bile.
Sevgili arkadaşım,
Şimdi neden gülümsediğimi merak ediyor olabilirsin. Aklıma ne geldi biliyor musun? Sen ne zaman zor bir iş yapılacak olsa, mesela 1 saat daha fazla sabah sporu yapılacağı ya da gece 2-4 nöbeti tutulacağı vakitlerde zımba gibi ayakta dururken, ben ise nasıl işten kaçmak için bahaneler üretirdim, hatırlıyor musun? Belli etmemeye çalışırdım ama yemin ederim çok zor gelirdi. Başım ağrımasa bile “Benim çok başım ağrıyor,” veya “Çok kolum ağrıyor, bacağım ağrıyor,” diye yalanlar söylerdim ve sen asla inanmazdın. Bana inanmadığın ya da en azındaninanmış görünmediğin vakitler aşırı sinir olurdum sana. Hele beni küçük burjuva olmakla suçladığın zamanlarda daha da sinirime dokunurdun. Ama baksana hayat ne kadar tuhaf. Tembellik eden benken, hayatta kalan yine ben oldum. Sen ise, o çok sevdiğini söylediğin halkın için gösterdiğin onca gayrete rağmen erkenden ayrıldın gittin bu dünyadan.
Halkını yani yaşadığın ülkenin insanlarını uğruna büyük bedeller ödemeyi göze alacak kadar sevmek, bir yüreğe ne zaman ve nasıl gelir yerleşir, hiç oturup konuşmamıştık seninle. Aramızdaki kimsenin bir zamanlar böyle bir konuşma yaptığını sanmıyorum. Bu sevgi, zaten herkeste olması gereken doğal bir özellik olarak düşünüldüğünden, üzerine konuşma gereği duyulmuyordu belki de. İnsanlar ikiye ayrılırdı; Halkı için mücadele edenler ve halk düşmanları. Ve hayat da, bu iki cepheden ibaret olan bir savaştı aslında. En güçlü silahının ya da belki de elindeki kalan tek şeyin bedenin olduğunu düşündüğün için bedenini feda etmek istemiştin sen de. Keşke öyle yapmasaydın. Sana, uğruna ölümlere atılacak kadar heyecan veren bu sevginin, başkaları tarafından nasıl istismar edildiğini görebilseydin keşke. Eğer bunu görebilseydin, herşey ne kadar da başka olurdu kim bilir.
Bugün 14 Temmuz. Yarın ise 15 Temmuz. 250 şehit verdiğimiz 2016 senesinden bu yana her 15 Temmuz günü ne düşünüyorum biliyor musun? Malatyalı Ramazan Sarıkaya ve Engin Tilbeç, Sivaslı Halil Kantarcı, Gümülcineli Mustafa Cambaz, Kastamonulu Ayşe Aykaç, Çorumlu Ali Alıtkan’ın tertemiz simâları gözlerimin önüne gelince, bizim en büyük öğretmenimiz halkımızmış meğerse, diye geçiriyorum içimden. Bizim onlara öğretecek birşeyimiz yokmuş, aksine onlardan öğreneceklerimiz varmış. Bize, halk uğruna savaşmayı telkin edenlerin bütün söyledikleri de koca bir yalandan ibaretmiş yani. Tek gerçek olan, halkımızın bu topraklara bağlılığı ve o büyük imanıymış. Biz kendimize, gerçekte olduğumuzdan daha büyük bir önem atfetmişiz. Biz bilememişiz, yanılmışız, hata etmişiz. Halkımızın gerçek bir tehdit anında, hiçbir örgütün yönlendirmesine ihtiyaç duymadan, nasıl da gövdesini kurşunlara siper edeceğini ve tankların önüne atılacağını düşünememişiz.
O muazzam anlara sen şahitlik edemedin ne yazık ki. Ama ben herşeyi gözlerimle gördüm. Bizim seninle 17-18 yaşındayken hayatlarını kurtarma iddiasıyla çıktığımız o yolun sonunda hayatı onlar tarafından kurtarılan biz olduk. Hayatımızı kurtaranlar ve o büyük devrimi yapanlar, liderleri Avrupa ülkelerinde olan örgütler değil halkımız olmuştu. Hani biz seninle işçilerimizin hayatını kurtaracaktık. Oysa işçi Ahmet Kara bizim hayatımızı kurtardı. Benim hayatımı kurtardılar, yaşıyor olsaydın senin de hayatını kurtaracaklardı. Keşke onlar için bedenini açlığa mahkum etmeseydin. İçlerinden bir tanesi bile senden böyle bir şey istememişti çünkü. Ramazan Sarıkaya ölmeni ister miydi sanıyorsun? İlhan Varank ister miydi?
Yarın 15 Temmuz, Günay. Benim kim olmak istemediğimi iyice anlayıp, aslında kim olduğumu tekrar tekrar hatırladığım gün. Keşke sen de olsaydın demenin bir faydası yok artık, biliyorum. Ancak hikayemizin vardığı sonu görmeni öyle çok isterdim ki.