April is the crullest month, breeding
21 Nisan 2022’de hiç tanımadığım biri beni arayıp ne kadarının yalan olduğunu hâlâ bilmediğim korkunç şeyler anlattı. Ondan sonraki on gün boyunca ne bir şey yiyebildim ne uyku uyuyabildim. 80 kilodan 70 kiloya indim, vücudumun tamamını ateş sardı ve günlerce yorganı kafama çekip çocuk gibi ağladım.
Bunlar beni normalde çok utandıracak şeyler. Ben ne uykumdan geçerim ne yemekten ne de ağlarım. Hele bunu paylaşmak, kafam omuzlarımın üstünde dururken yapacağım bir şey değil.
Ayrılık insana koyuyor ama Attilâ İlhan’ın da dediği gibi, “ayrılmanın da vahşi bir tadı var.” Aklıma hep Akdeniz sabahları ve vahşi palmiye ağaçları gelir ayrılık mevzuunda. Antalya’da pencereye karşı uyandıysanız mesela; ya da hiç değilse Michael Mann’in Miami Vice filmini izlediyseniz bileceksiniz ne dediğimi.
Palmiye ağaçlarının arasından yürüyorsunuz Atatürk caddesinde, Adana bu sefer. Kız birdenbire elini bırakıyor ve sen gayet iyi anlıyorsun ki o eller bir daha kenetlenmeyecek. 20 yaşındasın ve hiçbir şey bilmiyorsun ama bunu anlıyorsun. Nedenini bilmiyorsun ama yoksul köylü kızının sınıfsal ihtirasının derinliğini duyuyorsun.
Kalbini söküp yerine bir yumruk koymuşlar
Onun içinde yanan ateşin varacağı tek sonucun burjuvalaşmak olduğunu anlayamazsın. Daha 20 yaşındasın, söylenen her sözü gerçek sanıyorsun. Ayrılığın tropikal vahşeti göğsünü kuşatıyor ve bir yangın başlıyor içinde. Hâlâ sevgilisiniz. Biri bir şey dediğinde öbürü duyacak daha bir süre. Söylemese de.
Ama sonra da geçecek, bir sabah uyandığında aklına önce o gelmeyecek. Spesifik bir şey gelmesine de gerek yok. Unuttuğun bir şeyi hatırlayacaksın ya da sabah namazına kalktığına sevineceksin. Aceleyle kalkacaksın, zar zor, neşeyle, tüy gibi hafif, arzuyla, küheylan gibi sıçrayarak yahut kanun taksiminden sonra şarkıya girer gibi,
Hicran oku sinem deler,
Olmaktadır halim beter,
Bu iftirak artık yeter.
İnsafa gel ey şiveger,
Bir gün olur çağın geçer.
Geçti çağı. Çiçeği soldu, terk edildi, yaşlandı. Ne sesini ne yüzünü ne cümlelerini hatırlayabiliyorum. Ondan sonrakini de. Ondan sonrakini de. Bana hepsini birden unutturana gelince. Onun henüz sesini kaybetmedim, yüzünü, söylediği bazı sözleri.
Beni arkadan görseniz tanır mısınız
Beni yürüyüşümden tanır mısınız
Karanlık bir sokakta bir baktım, “Ne kadar da onun gibi yürüyor,” diye düşündüm. Oymuş. Onu takip ettiğimi sanmasın, geri dönüp beni görürse, diye adımlarımı sıklaştırdım. Yanından geçerken, “Seni takip etmiyorum,” dedim ve onu geçtim, daha da hızlandım. Birbirini bu kadar iyi tanıyan iki insan için utanç verici bir ândı. Daha doğrusu ben iliklerime kadar utandım. “İstersen takip edebilirsin,” dedi.
Bana ettiği küfürlerin bile böyle bir yeri yok hafızamda. Hak etmişim ki küfür etmiş. Ama “İstersen takip edebilirsin,” ne demek Allah aşkına yahu? Aşağılama kokusu duyuluyor; ama belki de ne diyeceğini bilmemekten söylenmiş manasız bir sözdür. Fakat beni daha fazla utandıramazdı. Onun kadar ölçülü konuşan birinden böyle delicesine bir söz?
Sanırım mesele de bu. Ölen şeyle ilgili. Akılla, ortak akılla, iki kişinin bir kişi olduğu zekanın kendi kendine işlediği. Bir akıldan kovulmak sandığımızdan daha zordur. İnsanların terk edilme korkusu temelde arzulardan, sevgilerden kaynaklanmaz. Akıl dediğimiz olup bitene ve tüm iletişime anlam yükleyen makinayı artık kullanamayacaksın demek ayrılmak. Onu kaybetmek, oradan çıkarılmak insanı delirtebilir. Bizi ayrılıkla ilgili asıl tehdit eden şey bu. Konuşmamak, kafaların söyleşmemesi.
Kalbi susturamazsın çünkü. Birinden ayrıldığında ona olan yakınlığını, zayıflığını, sempatini hemen kaybetmezsin. Taraflardan biri psikoz içinde değilse, bir taraf ölümden son ânda kurtulmamışsa. Gücendiğim şeylerden biri de buydu bak. Verdiğim zararı kabul etmeye meyyaldim zaten ben; ama sağladığım yararın çok daha büyük olduğu kanaatindeyim. Sevilmemek, istenmemek, affedilmemek ne zaman koymuş bana? Üstelik meselenin bu olduğuna da inanmıyorum. Zararsız ve güçsüz bir ânımda terk edildiğim için. Sağlamadığım yarar adına. Erkek olmadığım için diyelim.
Ben bunu boynuma asıp çıktım evden. Geriye dönüp de bakmadım. Bir gün, perdeyi açıvermişim. Bir baktım sokaktan geçiyor. Kapattım perdeyi, hakkı bana geçmesin diye. Ona bakma hakkını bile kendimde görmediğim için, zorunluluk hariç yüzüne bakmadım. Zorunluluk dediğim de, o dinlemediğimi sanmasın diye. Öyle bir şey de var. Ben bazen can kulağıyla dinlemek için yüzünüze bakmam, çünkü yüzünüz daha doğrusu gözleriniz dikkatimi dağıtabilir. Otizmlilik, aspergerlilik belirtisiymiş. Bilemiyorum. Dinliyorum ama.
Duyuyorum daha doğrusu. Ben insanlara, “Nasılsın?” demeyi de ihmal ederim bazen. Nasıl olduklarını merak etmediğim, onların halini kafamda taşımadığım için değil. Ben arkadaşlarımı, ailemi, sevdiğim kadını canımın içinde taşırım. Nasılsın, diyemeyen ama 24 saat sevdiklerini düşünen saçma bir adamım yani. Adanalıların dediği gibi, “Napak dayı?”
Gelen telefonun, anlatılan yürek burkucu hikayelerin bu kadar incelikle alakası yoktu. Sanki ben ölmüşüm, yerime başkasını koymuşlar gibi Heideggeryen bir yabancılık, kaygı, var olamama hali. İlk hissettiğim ve aşağı yukarı bir yıl süreyle hissettiğim buydu. Yas süreci diyorlarmış. Önce gerçekliği, kaybı inkar ediyormuşsun. Sonra öfke duyuyormuşsun. Ben bu iki aşamayı çok çabuk yaşadım. Birkaç hafta içinde aşırı bir yüzleşme, her şeyi konuşarak halletme isteği oldu bende. Sosyal medyada bunun semptomu diyebileceğim çok şey yazdım ve bazı insanları telaşlandırdım. Telaşlandırmışım yani. Psikiyatr bile sordu, “Ölüm düşüncesi var mı,” diye. Ağlayarak, orası biraz komikti bak, “Hayır hayır, bu iş hallolmadan ölemem,” gibi bir şeyler söylemiştim. O zamanki kanaatime göre gerçeğin ortaya çıkması her şeyden önemliydi.
Değildi. Gerçek ortadaydı zaten. Gerçeğin hepsi ortaya çıkmasa da olur. Bir başka hayatı kontrol edemezsin ki. Film izlemiyorsun ki. Film bile olsa senaryoyu yazan sen değilsin. Bunu tek başıma görmeye başlayınca, aramızdaki irtibatı o sona erdirince yani, arkadaş kalmak falan acayip yalan dolan laflardır, pazarlık evresi dedikleri sürece girdim. Geçmişi ve yakın günleri yeni bir elekten geçirmeye başladım. Uyanış ânları da yaşadım, eski meselelere yeni çözümler bulamayıp kafamın bulandığı zamanlar da oldu. Netice itibariyle, uğradığım zulmün beni yıkmaya yetmeyeceği anlaşıldı. Bağışlanmayacak şeyler de değil. İnsan onu sevmeyeni bile bağışlayabiliyor. Ki onun için bunu söyleyemem. Birlikte geçirdiğimiz uzun süre benim açımdan çoğunlukla güzeldi. Sevildiğimi, önemsendiğimi, gözetildiğimi de biliyordum. Böyle bir şey için insan sadece şükran duyar. Orada kalsaydı. Ama kalamazdı.
Aşkı herkes tarif ediyor. Ben sadece olanı anlatıyorum. Öyle oldu çünkü. Elimde olsaydı olmaması için çalışırdım. Şimdi olduğum gibi olsaydım. Kendimde ve dışarıda. Şu dakikada yaşadığım güzellikler yas sürecinin hediyesi mi bilmem, ama bildiğim şey; bir noktadan sonra yüreğimi ortaya koyduğum. Bir yerlerde korkup sakındığım noktaları terk ettiğim. Ayrıca cesaretle cüreti ayırabildiğim. İnsan yüreğinin götürdüğü yere gitmeli gerçekten. Ama bunun için de bir ahlak kaidesi olmalı. Ne başkalarına ne kendimize zarar vermeye hakkımız var.
Beni burkan şey sanırım daima karşıma çıkan korkaklığıydı onun. Cesaret üzerine bir şeyler yazmış. Birçok konuda onaylarım bunu. Benim için söyleyemez asla. Korkaktı yani. Mazur görülebilecek bir korkaklık. Ve ona ödettiğim bedeli hak etmeyen bir korkaklık.
Benim istemediğim şeydi ama korkaklık. Ne aşkta ne arkadaşlıkta korkaklığa razıyım. Bir gün bana, “Senin için dünyayı karşıma almaya hazırım,” demişti. Beyoğlu Sütiş’te söylüyor bunu, sene 2002-2003. İyi niyetli diye düşünmüştüm. Ama o kadar. Benim için tek bir kişiyi bile karşısına almadığını biliyordum. Hiçbir zaman da yapmadı bunu. Beni karşısına aldığı için daha iyi biliyorum şimdi. Cesaretle tanıştı demek ki. Sevgi için cesaret gerektiğini anladı belki. Yani gerçekten sevdi.
Bunlar tabii benim izlenimlerim. O başka bir insan artık. Tanıyorum ama sınırlı bir tanıma. Ben karşımda iki hızlı on yıl boyunca duran kişiyi biliyorum sadece. Korkaktı. Onca güzelliği zehirleyen, kendini gizlemeyi alışkanlık haline getiren sinsi korkaklık.
Bir sürü şey verdi Allah bana. Onunla, onun yanı sıra. Bir tek şeyi vermedi, tek istediğimi. Benimle dünyanın arasına girmedi, beni tercih etmedi.
Başta sözünü ettiğim telefonu eden zavallıyı, telefonda anlatılanların konusu olan zavallıyı ve bu konulara payanda olan tüm o zavallıları siktir etmek gerekirse, ki yas sürecinde kesinlikle iyi yaptığım tek şey buydu, geriye o, ben ve çocuklarımız kalıyor. Onun için bir şey diyemem. Bilmiyorum ne halde olduğunu, başına ne geldiğini, geleceğini. Çocuklarımla ben aha bu yoldan böyle gidiyoruz. Dünya karşıma çıksa yarıp geçeceğimi de biliyorum. Ben ölmeden olmaz. Heideggeryen var olamama hissi, kaygı, korku bok ve püsürü. Bunlar benim tarafımda değil. Ben İbrahim gibi ateşe atıldıktan sonra serin bir bahçede kendini bulan adamım. Bu serinlik, bu misk ü amber kokuları, bu güzel gülen yüzler, bu herhangi bir insan olmanın verdiği ferahlık. Elimde emeğimden başka hiçbir şeyim yok. Ama geçti artık. Nisan en zalimiydi ayların. O da yemyeşil oldu.
Teşekkür ederim Allah’ım.