Arkadaşımın evi: Mustafa Taceddin'in öyküleri
Suriyeli yazar Mustafa Taceddin el Musa’nın hikayelerini okuyordum. Sanki o ânda görünmez bir el geldi, beni kıskıvrak yakaladı ve olanca gücüyle duvara çarptı.
2014’ten beri Türkiye’de yaşayan Mustafa aslen İdlibli. Birçok hikayesinde İdlib’i anlatıyor o nedenle. Bütün İdlibliler nasıl oluyor birbirini tanımıyor, anlamıyorum. Büyük bir şehir sonuçta. Bir keresinde başka bir İdlibli arkadaşımla otururken söz dönüp dolaşıp Mustafa’ya gelmişti. Mustafa en prestijli edebiyat ödüllerinden birisi olan ArabLit Öykü Ödülü’nü kazanmıştı çünkü. Ben nasıl sevinçliyim, nasıl sevinçliyim, inanın kendim kazansam daha fazla sevinemezdim herhalde. Diğer arkadaş bana dönüp de “Mustafa’lar bizim İdlip’te kapı komşumuzdu,” demesin mi… Daha sonra başka birisi de, bu arkadaş için, “Biz onlardan iki mahalle aşağıda oturuyorduk, çocukken beraber top oynuyorduk,” demişti.
Eskiden çok yakın arkadaş olup da sonradan birbirini kaybeden ve Türkiye’de tekrar karşılaşan bir sürü insan tanıyorum. Bir keresinde böyle bir kavuşmaya şahit olmuştum. Ama onlar benden yaşça epey büyük iki yazardı. 60 yaşlarında iki adam. 90’lı yıllarda aynı gazetede çalışmışlar; sonra başlarına bir sürü iş gelmiş, yakınlarını kaybetmişler, tabii birbirlerini de. Aradan 20 sene geçtikten sonra İstanbul’da karşılaştılar. Ben de oradaydım. Birisiyle otururken diğeri ansızın çıkıp geldi. Birbirlerine öyle bir sarıldılar ki, ben kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Beni hayatta en etkileyen şeylerden biridir dostluk hikayeleri. Nedense aşk hikayelerine o çok kadar üzülmem mesela ama arkadaşlık ve dostluk üzerine olan şeyler çok duygulandırır beni. Onlar gülüyor, eski günleri yad ediyor falan… Ben kenarda hâlâ gizli gizli ağlıyorum. Aslında bana en çok dokunan, bu tesadüfün Türkiye’de gerçekleşmiş olmasıydı. Oturduğumuz yerden, camilerin minarelerini, Boğaz’ın siluetini falan görüyoruz bir yandan. O sarılmanın arkasındaki manzara güzel ülkemin, güzel Türkiye’min manzarası diye duygulanıyorum asıl, aklım tarihe gidiyor, kimse bilmiyor.
Neyse, Mustafa’nın doğup büyüdüğü İdlip’ten ayrılışına dair olan hikayelerini okuyorum. Asi nehrinden küçük bir tekneyle karşıya geçiyor ve Türkiye’ye geliyor. Yanında bombaların altında yazdığı onlarca öykü. Bir keresinde şöyle söylemişti bana:
“Ben öykülerle savaşıyor, öykülerle bombalar atıyor ve yine onlarla ateş ediyordum. Ölebiliriz diye düşünüyordum, bu yüzden de arkamızda, gelecek nesiller için anlatacağımız bir şeyler bırakmamız gerektiğine inanıyordum.”
Mustafa’nın rahmetli babası da önemli bir yazardı. Bu yüzden binlerce kitaptan oluşan büyük bir kütüphaneye sahiplermiş İdlib’teki evlerinde. Çocukluğu hep bu kitapların yanı başında geçmiş. Ben bir yandan yayına hazırladığım için öylesine değil de çok dikkatli okuyorum öyküleri. Bu yüzden de, evlerinin detayları, mahalleleri ve İdlip sokakları hakkında epey görüntü var zihnimde.
Ancak Mustafa’nın yazdıklarını okudukça nasıl canım sıkılıyor anlatamam. Buna can sıkıntısı demek de doğru değil aslında. Hüzünleniyorum mu demeliyim, yok hüzün de değil. Çok tuhaf bir duygu yaşıyorum çünkü henüz 3 ay önce Halep kırsalında ve İdlib’teydim. Arkadaşım Mustafa’nın okula gittiği, oyunlar oynadığı, bombalar altında öykülerini yazdığı ve sonra da terk etmek zorunda kaldığı şehrin sokaklarındaydım. Çöp kovasını ağaca bağlar ve yeşil limonları içine atmaya çalışırlarmış çocukken. Down sendromlu Mahmud diye bir çocuk var, bu oyunu sürekli o kazanırmış. O çocuğa da ne oldu şimdi bilmiyorum. Bir ara, seneler sonra kamplardan birinde görmüş onu Mustafa, aradan neredeyse 20 sene geçmiş olmasına rağmen çamurlara bata çıka aynı oyunu oynamışlar tekrar.
Benim İdlib’e gittiğim zaman her taraf yine çamur içerisindeydi. Günler boyu yağan yağmurun ardından çadırlarının önünde biriken çamurları temizlemeye çalışıyordu insanlar. Mustafa bana dedi ki, “Keşke evimizin olduğu mahalleye gidebilsen.” O zaman hikayelerinde anlattığı yerleri daha iyi görebilecektim. Ama o eski İdlib’ten eser kalmamıştı ki artık. Arkadaşımın çocukluk günlerine dair olan hatıralarının hepsi silinmişti sokaklardan. En kibar insan bile o manzarayı görünce ağız dolusu küfreder Rusya, İran ve Esad’a.
Ben tamamen yakılıp yıkılmış bir şehirde, arkadaşımın evini nasıl bulabilirim?
Geçmişin izini artık sadece onun yazdığı hikayeler sayesinde sürebilirim . Bir de, her rüzgarda yerinden oynayan derme çatma çadırlarda kalan insanların bakışlarında yakalayabilirim belki eskiye dair bir şeyler. Bunu ona söylemek öyle zor ki. Karşısına geçip de “Benim senin evini bulmam kolay değil,” demek nasıl da zor. Bu yazıyı okusa üzülecek belki de. Biliyorum, çeviri programı sayesinde okuyor yazılarımı. Ama Mustafa güçlüdür. Pek çok insandan daha güçlüdür benim arkadaşım. Canım kardeşim.