Arkadaşlığın ölümü: Terapi orduları


Sagopa Kajmer pek dinlemem ama yıllar önce onun bir şarkısında duymuştum bu terapi orduları lafını. “Terapi ordularınızı geri çekin artık” (Romantizma, 2005) diyordu. Genelde söyledikleri isabet eder mi, onu başkaları değerlendirsin ama 20 sene önce bir kehanet yapmış gibi duruyor. Zira terapi kültürü ve etrafına dağılan; bağlamından, toplumundan, üst yapılarla ilişkilerden hatta birebir insan ilişkilerinden koparılmış, yalıtılmış, soyutlanmış bireyi merkeze alarak üzerimize akın eden her türden yüzeysel değerleme ve iyi hissettirme felsefesi ya da biçimi, ne derseniz adına, işgal orduları gibi geliyor üstümüze.

Kafamıza “İç sesini dinle,” emirleri yağarken, iç sesimiz var mı, varsa ne diyor duyamıyoruz. Bu arada iç sesini dinlemenin her zaman çok iyi bir şey olmaması da cabası. Bazı şeyler kırık ve kusurlu haliyle güzelken her şeyi püriten ve plastik bir tavırla düzeltmemiz yönünde direktiflerle neyin gerçekten iyileştirilmesi gerekiyor, ne bizim doğamıza içkin ve kabul edilmesi gerekiyor ayırt edemiyoruz. İyiliğimize olabilecek yapıcı eleştirileri hemen bizi değersizleştiren birer gösterge/tutum addedip kapı dışarı etmeye çalışırken, bizi gerçekten değersizleştiren büyük yapılar, piyasa dinamikleri ve onların emir eri gibi davranan öznelerin ekonomik düzene göre şekillenen stillerine, daha doğrusu işgal ve sömürülerine karşı duracak bir direnç, dayanıklılık, güç sergileyemiyoruz.

Başkasıyla kurduğumuz bağların, yakın ilişkilerin, haliyle toplumsal bağların bu denli zayıflamasının ya da bambaşka bir şekle bürünmesinin ekonomik düzenle, salgın öncesinde başlayan ve bugün de devam eden servet transferiyle, sosyal medya bombardımanıyla ilişkisi var elbette. İnsan ilişkileri de aslında ekonomik düzenin tahrif ettiği bir alan. Bu çok geniş kapsamlı bir yazının hatta pek çok yazının konusu. Psikoloji jargonuna, terapi kültürüne ve diline gömülmemizin bile toplumsal ve ekonomik meselelerdeki pasifliğimizle ilgisi var. Fakat bu yazıda sorgulamak istediğim terapi kültürünün arkadaşlıkları böylelikle yakın ilişkileri nereye götürdüğü.

Arkadaşlık neden ölüyor? Arkadaşlığın ölmesiyle kendimizi olduğumuz gibi var ettiğimiz alanlar, yaşarken omzumuza dokunan, düşerken omzumuzdan tutup çeken eller de ölür. Şu durumda kendine kapanıp kalan bireyi, başkasıyla karşılaştırıp ilişki içinde var edecek dinamikler de ölür. Bu da zaten bizi ezip sömüren ekonomik çarkın işine gelir. İliklerimize işleyen terapi kültürünün de sistemle işbirliğini somut şekilde işlettiği nokta bu.

Sosyal medyanın elimizden aldığı çok önemli bir şey var: dikkat. Bütün yakın ilişkilerde olduğu gibi arkadaşlığın mayasında da karşımızdaki insana dikkatli, özenli bir gözle bakmak var. Bu dikkatin yerini terapi kültürünün vazettikleri alınca, herkese aynı cümleleri kurmak, her meseleye aynı yerden yaklaşmak kaçınılmaz oluyor. Bütün sorunlara aynı hazır çözümler sunuluyor, biricik hikayelere aynı analizler yapıştırılıyor. Halbuki arkadaştan beklediğimiz zaten böyle bir şey değil. Sevgilimizle aramızdaki bir meseleyi anlatınca, “Ay senin baban da böyle” (sanki biz bilmiyoruz), bir rüyamızı anlattığımızda “Demek ki yas tutman gerekiyor” gibi bilgiçlikle dolu, yarenlikle alakasız, duygusuz, heyecansız cümleleri sürekli duymak işten değil artık. Terapi dili ve kültürü her yere salgın gibi yayılınca insanların kendilerine has yorumları ve bakışları kayboluyor hatta orijinal kendilikleri de bozuluyor. İkili ilişki içinde kendini böyle muktedir bir pozisyona koyma arzusu aslında sürekli feveranlara konu olan, “Neden doğru düzgün ilişki kalmadı” sorusunun da cevabı bir bakıma.

Herkesin terapist kesilmesi basit ama canlı arkadaşça tavrın unutulmasına yol açıyor. Arkadaş dediğin içinden geleni söyler, bazen hakikati dile getirip sarsar, bazen o an kıyamaz seni teskin eder ama donuk değil, mesafeli değil, hayat gibi akışkan ve dostane bir hali tavrı vardır. Dürüstlüğüyle sarsılsan bile seni tutacak gücü ve alanı da olduğundan ondan yana acı çekmezsin. Gerçeğin acısını da seninle yaşar. Hatta bazen acıyı bal eyler de öyle verir.

Ama bu sürekli pompalanan “Değersiz hissettiğiniz yerde durmayın, zarar görüyorsanız gidin” gibi ilk etapta doğru görünen, eşeledikçe altında daha büyük bir narsisizmi sakladığı görülen laflar insanları düğümleri çözme çabasından alıkoyuyor. Kolay yoldan, emek koymadan sürekli sevilmek isteme misali işler biraz ters gittiğinde arkadaşlığı da gözden çıkarmak herkesin terapist olmasının diğer yüzü bana kalırsa. Çünkü biz çok değerliyiz, karşımızdaki de bizim değerimizi pohpohladığı kadar var. Kırgınlığı düzeltmeye çalışmak, düşen arkadaşlığı tutup kaldırmak, yarasına bakmak, yoldaş olmak, pes etmemek, mücadele etmek gibi bağları sağlamlaştıran eylemler nereye düşüyor herkesin aşırı değerli olduğu bu ortamda?

İnsanın sağlığını bozan, bir tarafın sömürüldüğü, kullanıldığı, değersizleştirildiği bağların kopması taraftarıyım; bu ayrı. Ayrıca insanların samimiyetle, kaçmadan, dürüstçe iç dünyalarına eğilmelerinin, kendi üzerlerine çalışmalarının, kendi gerçeklerini anlamak için uğraşmalarının da uzun vadede hem kendilerine hem ilişkilerine hem topluma faydalı olacağını düşünüyorum. Zaten bu noktada terapi dili ve edebiyatı ile kararlılıkla, neredeyse devrimci bir şekilde kendini iyileştirmeyi, çukurlarını yaralarını tanımayı birbirinden ayırıyorum. Yine çok uzun zaman, emek, para, enerji, gayret ve cesaret gerektiren bu işin birkaç farklı katmandan bağımsız düşünülmemesi gerektiğine de eminim. Kendi hikayemizi ne toplumsal dinamiklerden ne de geçmişin ve günümüzün iktisadi sistemlerinden ayrı tutabiliriz.

Benim derdim herkesin aynı şeyleri konuşması ve bu aynı şeylerin de pek bir işe yaramadığı gibi bağlarımızı aşındırması. Mesela şu meşhur “Kendine değer vermezsen kimse sana değer vermez” cümlesi. Arkadaş dediğimiz şey biz kendimize değer vermezken, inanmazken bile orada durup bize değer vermeye devam edendir. Hiç kendine değer vermediğini düşündüğünüz arkadaşlarınızı bir köşeye bırakıp çok değerli gördüğünüz insanlara yöneldiniz mi? Ha, bilinçdışı tercihler vardır; bunu yapan da vardır. Ama sevdiğiniz, kıyamadığınız hangi arkadaşınızı kendini hırpalıyor diye siz de hırpalarsınız? Tam tersi birine değer veriyorsak kendimize değer vermişizdir zaten. Kaynağımız yoksa veremeyiz.

Bunun gibi pek çok örnek verilebilir. Türk toplumunun kendine has dinamikleri sayesinde birlikte yaşama ya da kolektif kültür hiçbir zaman bitmeyecek. Bu sayede bizim insanımız hiçbir zaman çok yalıtılmış, yalnız bir hayat yaşamayacak ama bireyin iç dünyasına eğilmeye çalışırken bütün toplumsal bağları bozan, yerine de yeni bir topluluk anlayışı koyamayan terapi kültürünün işgalini bir süre daha çekeceğiz gibi görünüyor.

Burada sorun her ilimden alınacak ve atılacak şeyler olduğunu unutup psikolojiyi merkezîleştirmek. Böylece aslında benliği ya da bu bağlamda nefsi merkezîleştirmek. Elbette “terapiye vereceğim parayla ayakkabı aldım, daha mutlu oldum” söylemleri komik. Zira gerçek bir terapi sürecinin amacı bizi mutlu etmek değil zaten. Ama psikoloji ve yanına yöresine dağılan benlik anlatılarının bunca merkezîleştirilmesi hayatın taşıdığı iyileşme potansiyelinden uzaklaştırıyor bizi.

Hayatın gücü içinde arkadaşların, dostların iyileştiriciliği de var. Bazen arkadaşımızın öylece yanımızda durması ya da düşünmeden söylediği bir söz işimize yarar, kalbimizi genişletir, bakışımızı değiştirir; böyle şeylere de kesinlikle karşı değilim. Ama işin içine sağdan soldan duyulan, okunan, hazır reçete gibi herkese uygulanan analizler girince, aradaki bağ nötr, cansız, yakınlığın doğasından, yakıcılığından uzak bir şeye dönüşüyor, arkadaşlık da profesyonelleşiyor. İşte benim canımı sıkan bu. Terapi kültürü, arkadaşlığı böyle öldürüyor.

Ben toplumun aradaki dengeyi kuracak gücü barındırdığına da inanıyorum bir yandan. Tamamen yozlaşmaya teslim olmuş değiliz. Rekabetçiliğiyle, hunharlığıyla, açgözlülüğüyle yüzyıllar devirmiş Batılı toplumlarda dahi eleştirel kalemler topluluk bağlarının, bir çevre içinde yer almanın insanların depresyon, kaygı ve hastalıklarına iyi geldiğini, kabile ruhunu geri kazanmamız gerektiğini yazıp duruyor.

Psikoloji ilmini merkezîleştirmeden mevcut terapi kültürünün kapitalist düzene angaje kısımlarını bilerek, derinlikli ve faydalı taraflarını alarak diğer ilimlerle bütünlük içinde bakarsak başka bir yol açabiliriz. İyi bir terapist, iyi bir terapötik ilişki zaten işlevsiz, bozuk arkadaşlık ilişkilerini düzeltme araçları sunar bize. Sorunlarımızı birkaç katmanda ele alır. Kaçınma kullanmadan değersizliğimizin, yetersizliğimizin, kaygılarımızın politik boyutunu işin içine katar.

Diyelim bir kadın evde kocasından şiddet görüyor. Bu yüzden de kaygı düzeyi çok yüksek hatta majör depresyon geçiriyor. Bu kadının sadece depresyonunu ele almak kötü bir terapötik hamledir. Ama terapi kültürü herkesin düşünme ve ifade biçimlerini öyle değiştirdi ki iş neredeyse insanların “Dayak yiyince ne hissettin” diye sormasına vardı. Halbuki iyi terapist ne yapar, depresyonun arkasındaki şiddet döngüsünü görür ve kadını orayı değiştirmesi yönünde güçlendirir. Arkadaş ne yapar? Dayakçıyı bulur, haddini bildirir, buna gücü yetmiyorsa da arkadaşını kolundan çeker götürür, evinde yer açar.

Dostlarımız elbette hayat yolunda bize şifa da getirir, ders de verir, iyilik de yapar, canımızı da sıkar. Ama hepsi kendi yordamı, rengi, ruhuyla vardır hayatımızda. O yüzden kusurlu ama çiçeklidir arkadaşlık. Plastik değildir. Bir odaya hapsolmaz, hayata taşar. O zaman arkadaş olmak varken neden terapist olalım? Arkadaşlığı diriltmenin, yeni bir tüzük yazmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

Kapak fotoğrafı: Raghu Rai 

Etiketler
Fatma Büşra Çalış arkadaşlık psikoterapi narsizm psikoloji psikolog terapi toplumsal yaşam ikili ilişkiler terapi orduları