Aybüke Yalçın, Mahmud Derviş, solcuların sessizliği
Hakan Arslanbenzer, Theodor Adorno’yla ilgili şahane bir yazı yazmış. Yazıyı okuduktan sonra aklıma geldi, bundan birkaç sene önce Adorno’nun 1956 senesinde Max Horkheimer’a yazdığı Almanca mektubu görmüştüm. Adorno, arkadaşına Arapların kendilerine sığınan Yahudileri katletmek için hiçbir fırsatı kaçırmadığını söylüyordu. Oysa henüz 8 sene önce tarihin gördüğü en büyük trajedilerden birisi yaşanmıştı Filistin’de. Ve onbinlerce Filistinli evlerinin anahtarlarını boyunlarına asarak yollara düşmüş, kimisi bindiği derme çatma teknelerin batması sonucu sulara gömülmüş, kimisi de ağır şartlara dayanamayarak can vermişti yollarda.
Mahmud Derviş, o günleri anlatırken şöyle söyler:
“Evimizin çatısında uyuduğumuz sıcak bir yaz gecesi, annem sarsarak uyandırdı beni. Ve kendimi bir ânda yüzlerce insanla birlikte ormana doğru koşarken buldum. Ortalık mahşer yeri gibiydi, kurşunlar başımın üzerinden geçerken rüya mı görüyorum acaba, diye düşünüyordum.”
Ancak Adorno bu konuda tek kelime etmedi. Horkheimer da, Leo Löwenthal da, Herbert Marcuse da. Siyonist proje, sosyalist Yahudi filozoflar için düşünsel olarak karşı koyması güç bir cazibeye sahipti elbette. Avrupa’da Yahudilere karşı yükselen tepkinin orta yerinde büyümüşlerdi. Nasyonal sosyalistler iktidara geldikten sonra birçoğu Amerika’ya kaçmaya başardı. Ve siyonizmin kolonyal siyasetini meşrulaştırmaya çalıştı. Ve milyonlarca Filistinli’nin hayatını etkileyecek bu projenin küresel sol siyasete yaklaşabilmesi için açık şekilde demagoji yapmayı sürdürdü.
Avrupalı sol düşünürler üzerinde erken dönemlerden bu yana kurulan bu büyük duygusal baskıdan nasibini almayan neredeyse yok gibiydi. Az sayıda insan herşeye rağmen ahlaki tavrını korurken, bazıları da Filistin halkının yaşadıkları karşısında korkunç bir suskunluğa büründü, bazıları ise bir şeyler söylüyor ama ne söyledikleri belli değil.
Onların Filistin konusundaki tavrı, Türk solunun PKK karşısındaki ikircikli tavrını anımsatıyor bana.
9 Haziran 2017’de PKK tarafından şehit edilen Aybüke öğretmenin fotoğrafına bakarken tekrar düşündüm bunu bugün. Henüz 23 yaşındaydı, eğer yaşasaydı 30’una daha yeni basacaktı. Güzeller güzeli gencecik bir kızın böyle alçakça katledilmesini bile lanetleyemedikten sonra ne için yaşar insan dünyada? Ne için yazar, ne için konuşur?
19. yüzyılda yaşamış Rus düşünür Aleksandr Herzen, sürgündeyken bir arkadaşına yazdığı mektupta şunu söylüyordu:
“Çevremde gördüğüm her şeye ölü soğukluğu sinmişti. Ölü edebiyat, ölü tiyatro, ölü politika, ölü parlamento.”
Beni çok etkileyen ifadelerden birisidir bu. Ölü yani tepkisiz ve ruhsuz. Üstelik böyle olmalarına rağmen daima –mış gibi yaparlar, önemli biriymiş gibi koyarlar kendilerini vitrine. Genç bir öğretmenin katledilmesi karşısındaki ikircikli tavırlarına dahi değer katmaya çalışırlar gözümüzde. Bir tür aydın tavrı gibi yuttururlar bunu…
Oysa aslında tek hedefleri devlet karşıtlığından elde ettikleri rantı ve konumu kaybetmemektir. Çünkü önemli bir ticaret sahası, ciddi bir sektördür bu. Tıpkı bir tüccar gibi dükkanlarını açar, önüne bir sandalye atar ve karlı alışverişlerin peşine düşerler. Kitaplar yazarlar, televizyonlara çıkarlar, konferanslara falan katılırlar. Ve tek gerçek davanın, devlete karşı güdülen dava olduğunu savunurlar ki, ticaretleri kesintiye uğramasın.
Bütün ömrünü bu sektörden ekmek yiyerek geçiren insanlar var. Bunun üzerinden kendine kariyer yapan insanlar var. Ben böyle çok insan tanıyorum, eminim hepimiz tanıyoruzdur.
İnsan hakları savunuculuğu diye yola çıkıp oradan buradan aldığı fonlarla kendini güçlendiren insanlar var. 20 senesini, 30 senesini bu işlerin içinde geçirerek iyice profesyonel hale gelen, kurduğu rehine ilişkiler sayesinde adam akıllı palazlanan insanlar var. PKK tarafından katledilen Aybüke öğretmen hakkında konuşmak istemezler o nedenle. Eğer konuşursa konumları tehlikeye girer çünkü.
Sevgili Aybüke hakkında yazmak öylesine zor ki. Onun fotoğrafına hangimiz ağlamadan birkaç dakikadan fazla bakabilir?
Bir şeyler söylemeye çalıştım ama her seferinde delete tuşuna gitti parmaklarım. Defalarca sildim yazdıklarımı. Duygusal sözler etmek istemedim, bu onun ölümünden dolayı duyduğumuz utancı daha da arttıracak gibi geldi bana.
Bizim ihtiyacımız olan kayıplarımızın ardından duygusal sözler etmek değil üstelik. Buna yönelmemeli, kalemimizi alıştırmamalıyız böyle birşeye. Duyduğumuz derin utanç ve ızdırap duygusuna şifa olacak şey bu değil. Vicdanlarımızı rahatlatacak olan da…
İhtiyacımız olan doğru anlamak. Çünkü bu ikircikli tavrın, bu ölü sessizliğinin sahiplerinin en korktukları şey doğru anlaşılmak. Yanlış anlaşılmak değil… Çünkü eğer doğru anlaşılacak olurlarsa ortaya çıkacak bütün ikiyüzlülükleri…