Cavit Acar'ın karısı
Bekir’i ensesinden tuttukları gibi polis arabasına tıktılar. Kimse bunu beklemiyordu. Pazarcılar müşterilerine şaka yaparlardı, bazen kızarlardı, kavga da çıkardı. Ama 28 Temmuz 1977’de polisler Bekir’i derdest ettiğinden beri Fındıkzade pazarında müşterisiyle dalaşan olmadı. Kimse böylesini beklemiyordu.
Bekir uzun boylu, esmer bir gençti. Önlüğü kirli, parmakları işlekti. Şiveli konuşurdu. Her hafta sektirmeden pazara gelen ev hanımları da emekli amcalar da yeni gelinler de tanırdı Bekir’i. Kimi kimsesi yoktu. İnatçıydı da biraz, çok pazarlık yaptırmazdı.
Öğle güneşinin en bezdirici zamanında saçları yapılı, tırnakları bakımlı bir kadın durdu tezgahın önüne: “Bana şuradan iki kilo domates tart,” dedi tok, buyurgan sesiyle. Bekir bir gıcık kaptı ki o kadar olur. Gıcık kapacağı tutmuştu. “Aleyküm selam,” deyip bir zarf aldı eline, başladı domatesleri koymaya. Kadın “Düzgünlerini seç,” dedi, Bekir la havle çekti, kadın “O ne o, sarı mı onun kenarı,” dedi, Bekir’in gözü seğirdi, kadın “Küçüklerini seçiyorsun hep, gözümden kaçmıyor,” dedi, Bekir zarfı attı kadınının önüne: “Al sen koy!”
Pazarcılar tabii alışıktı müşterilerin bu haline ve Bekir’in de tepesi attı mı rest çektiğini bilirlerdi. Çok da kulak asmadan işlerine devam ettiler. Birazdan yatışırdı gerginlik.
Kadın “Bu ne cüret!” dedi, pazarcılar güldü, Bekir tısladı: “Tazecik malı beğenmiyor kenar mahalle güzeli.” Kadın kıpkırmızı bir suratla “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye bağırdı, Bekir “Kimsin yavrum, aç da görelim,” deyince kadının rengi attı. Herkes kalakaldı.
Aradan üç saat geçti geçmedi, Bekir’in tepesinde izbandut gibi üç adam bitti: “Yürü, Fatih Emniyet’e gidiyoruz.” Aman ağalar, dedi Bekir, ne kabahatimiz var da karakola gideceğiz? Onu sen bileceksin deyip tuttular Bekir’i kollarından, Bekir tezgahını bırakmak istemedi, polisler Bekir’i tartaklamaya başladı, diğer pazarcılar olaya karıştı. Polisler arkadaşlarını savunan Don Kişot Sezai’yi ve Karpuz Kaçıran Azmi’yi de alıp pazardan öyle çıktılar. Fındıkzade pazarında ikinci keredir polisler cirit atıyordu. İlk seferinde bütün gün tezgahının karşısına oturup Don Kişot Sezai’yi izlemişler, sonra da çetecilikten alıp içeri tıkmışlardı. “Aman abicim ben ne bilirim çete mete? Arkadaşlar don fanila satmak için uydurduğum manilerden dolayı Don Kişot lakabını uygun görmüşler. Biz devletimize milletimize bağlı pazarcılarız. Kominist değiliz elhamdülillah,” laflarıyla paçayı yırtmıştı.
İlk yumruğu bizzat başkomiser attı. Karpuz Kaçıran, “Komserim bizim suçumuz yok,” deyince bir de tokat yedi. Don Kişot, yumruğu yedikten sonra ağzını açmamıştı. Onu saldılar. Karpuz Kaçıran’ı da bir gün nezarette tutup ertesi gün bıraktılar. Kimse Bekir’e ne olduğunu bilmiyordu. Bekir, günlerce ortalarda gözükmedi.
Günlerce karanlık bir odada aç susuz bekletildi Bekir. Tek bir ses duymadan, kimseyle konuşmadan bekletildi. Neyle sınandığını unutarak bekletildi. Kimbilir kaçıncı gün “Burada komserim,” diye bir ses duydu, hücresinin kapısı açıldı, ilk gün gördüğü başkomiser geldi. “Seni biraz daha misafir edeceğiz Bekir” dedi, sırıtması bütün yüzüne yayıldı. “Ben Cavit Acar.”
Üç ay sonra tezgahının başına döndü Bekir. Sağ elinde siyah bir eldivenle. Pazarcılar bunu beklemiyordu. Bekir bir ay boyunca karakolda dövülmüştü. Bir gün çenesi yerinden çıkmış, bir gün burnu kırılmış, bir başka gün kaburgası ezilmişti. Yine de çok hızlı iyileşmişti. Yalnız sağ kolu bir daha çalışmayacak şekilde sakatlanmıştı. Eli tutmuyordu, ne yaptıysa olmamıştı. Kendine su koyamıyor, karyolasını sol eliyle tutup kalkıyordu yatağından. İşlek parmaklarını artık kullanamayacaktı. Sağ elini kesip atmak, yakmak, yok etmek istiyordu. Düzelmedi, düzelmeyecekti. Nereden gelmişti bu bela başına. Sol elinden kim meyve sebze alırdı?
***
Olayın üzerinden altı ay geçti. Bekir biraz daha toparlamıştı, çökmüş avurtlarına kaçmış gözleri normal haline gelmişti. Gençliğinden, eski neşesinden iz yoktu ama yine de insanlarla konuşmaya, nadiren de olsa gülmeye başlamıştı. Sağ eli hiç var olmamış gibi umarsız davranıyor, azalan müşterileri ve sol eliyle işine bakıyordu. Bekir etrafta yokken pazarcılar kendi aralarında konuşuyor, "İbret almak lazım," diyorlardı. Bekir gelince müşfik ama, sen de hak ettin, der gibi bakışlarla onu süzüyorlardı.
Sonra bir gün Bekir’in sebze tezgahının önünde bir kadın durdu. “Şuradan iki kilo domates tart,” dedi tok, buyurgan sesiyle. Yavaşça döndü arkasını, kadınla göz göze gelmemeye çalışarak, zira kulakları bu sesi unutmamıştı, domateslere uzandı. Birini aldı eline, kulağında bir ses: “Benim karıma ha!” Cavit Acar, elinde levyeyle, kürek kemiğine vururken: “Sen benim kaç leşim olduğunu biliyor musun aslanım?” Karnına arka arkaya elli tekme atarken: “Kim kurtaracak şimdi seni buradan?” İki domates daha. Çenesine bir yumruk. “Ancak savunmasız kadınlara dil uzatırsınız lan SİZ!” Büyük bir zarf. Sağ elinin parmakları kösele ayakkabının altında: “Hangi Allah kurtaracak şimdi seni?”
Bekir titrek sol eliyle kapattı domateslerin ağzını. Kadına uzattı. Kadın, son halini almış eserine bakan bir ressam gibi inceliyordu Bekir’i. Bir kadın için en önemli şey kocasıydı. Güçlü bir koca insanı her şeyden korurdu. Kocasının yumrukları onu söz söylemekten korurdu. Bakışları, mahalle kadınları gibi görülmekten korurdu. Kocasının mevkisi sayesinde tek bir lafını ikiletmezlerdi. Parmağını şıklatması yeterdi. İyi bir koca her şeydi.
“Beni tanıdın mı?” diye sordu birden pazarcıya. Bekir, bunu beklemiyordu. Önce cevap vermedi. Kadın bağırdı: “Hatırladın mı beni?”
Hatırlamıştı Bekir, aylar önce kadının kalkan kaşlarını, ona ettiği hakareti, kadının kendisini savunamayışını, karga tulumba polis arabasına bindirilişini, kadının dişlerini sıkışını, midesine yediği ilk yumruğu, parmaklarının ezilmesini, kadına verdiği ufak domatesleri. Başı önünde, gözleri yerde, kafasını salladı. Kadın sırtını dikleştirdi, “Beni unutma,” dedi. “Ben Başkomiser Cavit Acar’ın karısı.”
Cavit Acar’ın karısı domateslerini almadan kalabalığa karışırken, Bekir aylardır hareket ettiremediği sağ elini sıkıyordu.