Çok çalışmak


Hayatım boyunca ya çok çalıştım ya çok çalışmam gerektiğini düşündüm. Demek ki hayatım yorulmakla, yorulmadığım zaman da kendime kızmakla geçmiş. En azından 9 yaşından beri böyle. Bugüne kadar bir türlü çözemediğim bir şey olmuştu 9 yaşında. Tren yolunun orda. Okulla tren yolunun orda daha doğrusu. Okul, tren yolu ve bakkal dükkanının orda.

Güneşin ışığı ilk defa yüzümü yaktı. Sırtım ürperdi ve kendimi yalnız hissettim. Güneşin dost olmayabileceğini hiç düşünmemiştim ondan önce. İnsanların dost olmayabileceğini de. Düşman gibi de değil ama yabancı diyelim. Seni fark etmiyor ya da sana özel davranmıyor diyelim. Kendi normal katılığı içinde. Güneş de insanlar da. Dokuz yaşında hissettim. Ondan önce hissetmezdim. Ondan önce insana dair katılıklar ânlıktı, gelip geçiciydi, bir duruma bağlıydı. Özünde insan yumuşacık ve sıcaktı, güneş insanın âdeta sırtını sıvazlardı. Her neyse. Dokuz yaşında bu bitti.

Arkadaşlar hep bir ağızdan çığrışıyorlardı ve benim de çok eğleniyor olmam gerekiyordu. Her zamanki hallerimizden biriydi. Hepsi arkadaşımdı. Kantin dediğimiz seyyar arabadan finger bisküvi arası lokum alıyorduk veya ona benzer bir şeyler. 25 kuruş veya 50 kuruştu tanesi. Bir tane yediğimi hatırlıyorum. Belki iki tane aldım, birini birine ikram etmek için. Yani ya 50 kuruşa bir tane alıp yedim veya 25’er kuruştan iki tane alıp birini kendim yedim, birini de arkadaşıma ikram ettim. Sonra herkes okula yöneldi. O ânda ses kesildi ve ışık geri çekildi. Film sahnelerinde olur ya, kahramanımıza kurşun değmiştir, henüz ölmediyse de ses uzaktan gelmeye başlamıştır, görüntü kaymaktadır.

Bana bir de bu, soğukluk şeklinde oldu. Bir ânda ne var ne yoksa soğuk hissettim. Bir şiirimde geçiyor ya, “İçimde bir soğukluk bu sabah, dışıma karşı.”[1] Öyle. Acı bir soğukluk bu. Yabancılık. Utanç. Utanılacak bir şey yokken ortada. Dünyanın garip bir yer olmasından duyduğumuz utanç. Çocukluğun bitmesinden. Annemizin babamızın elimizi tutmamasından. Bununla ilgili üç kelimeden oluşan bir Almanca bileşik kelime var mıdır; yoksa da Heidegger işgüzarı icat etmiş midir, bilmem. Benim bildiğim, dokuz yaşında Halit Paşa İlkokulu’nun 3-C sınıfı teneffüsteyken bana bir şey oldu ve ondan sonra, içinden çıktığım kılıfa bir daha geri giremedim. 1981 yılıydı. Aylardan nisan veya mayıs. Saat 11 civarı.

Her şeye bir başka şey gibi bakmaya başladım ondan sonra. Benimle dünya arasındaki geçişkenlik, devamlılık ilişkisi bitti. Kendimi ayırt ettiğim kadar, dünyayı da bölünebilecek ya da o ân benim bölmeye kabil olduğum kadar çok ayrıntıya, unsura, çizgiye bölmeye başladım. İlk defa Kars’ın diğer ucuna gittim. Daha doğrusu şehrin 4 ucuna da gittim ve bir uçtan diğer uca en uzun mesafeyi ölçtüm. Yürüme 1 saate uzun, 45 dakikaya kısa surette kat edebiliyorsunuz Kars şehrini. 1981’deyseniz, 9 yaşındaysanız ve meraktan başka bir sermayeniz yoksa.

Kızların erkeklerden neden farklı olduğuna baktım. Saçları güzeldi kızların. Bir de çorapları. Onun dışında arada önemli bir fark göremedim. Fizikî yapı itibariyle yani. Kültürleri çok farklıydı. Futbol, tepik, kovboyculuk, taş atıp kafa yarmaca oynamazdı kızlar. Sürekli ailelerinden konuşurlardı ve daima el ele, kol kola dolaşırlardı. Biz omuz omuza dolaşırdık. Beş kişinin omuz omuza yürüdüğünü düşünün. İşte o bizdik. Ben, Orhan, Kılay, Köfte ve Selçuk. Selçuk’un yerinde Mıdık da olabilirdi meseleye göre. Kavga dövüş varsa Mıdık olmazdı, Selçuk öğretmen çocuğu olduğu için zaten olmazdı. Hasan abi olurdu mutlaka, Hüsnü’nün olmuşluğu da var. Naci ve Vural’ı geç; onlar nedense hep bütün sınıf bir aradaysa orada olurlardı. Orhan’la Remzi amcaoğullar zaten hiçbir zaman bizimle birlik olmadılar. Cafer her zaman her konuda bizimleydi. Atalay hem bizdendi hem değildi. Atalay kendi tarafındaydı. Atalay’ı hepiniz tanıyorsunuz, 1978 şiirimden. Mustafa Adıgüzel’in ne yaptığını hatırlamıyorum öte yandan.

Kızları hatırlamadığımı düşünmeyeseniz diye: Ayten, Ümmü Gülsüm, Leyla, Birgül, Filiz Altıntaş. Neden sadece Filiz’in soyadı var derseniz, memur kızıydı. Erkeklerin çoğunun soyadını hatırlıyorum, o var.

Başa dönersek, çalışmam gerektiğini, hem de çok çalışmam gerektiğini işte o gün, güneşin saldırısı altında, arkadaşların gittikçe uzaklaşan civcivli neşesi karşısında, kendimi yorgun hissettikçe fark ettim. Ben hiç kimse değildim, hiçbir özelliğim de yoktu. Üstelik çok küçüktüm ve hiçbir şeyden haberim de yoktu. Bir şey bilmiyordum ve ne yapmam gerektiği hakkında bir fikrim de yoktu.

Nasıl geliştiğini hatırlamıyorum ama ilk defa o yıl futbol oynadım. Daha doğrusu mahallede futbol takımı kurdum. Takım 7 kişiydi. Herkese uzun kollu beyaz fanila aldırdım. Nerden bulduğumuzu hatırlamıyorum ama büyüklere kahverengi meşinden numaralar kestirdim. Liverpool’dan Kenny Dalglish’i çok sevdiğim için 7 numarayı da ben aldım ama forvet transfer ettik, o da 7’yi ben isterim yoksa oynamam diyince 6 numara olmayı kabul ettim. Numaram 6’ydı ama Dalglish’in ruhuna sahiptim. Dalglish de Ian Rush takıma transfer olunca gol atabileceği pozisyonlarda bile Rush atsın diye ona pas atıyordu. Dünyanın en karakterli oyuncularından biridir. İçime yazılıdır onun numarası. Ben 6 numara gibi görünen bir 7 numarayım aslında.[2]

Aynı yıl, yediğimiz dayaklardan bıktığımız için çete kurduk. Mahallede ve okulda iki ayrı çetem vardı ve birbirimizi zorbalığa karşı koruyorduk. İki kuralımız vardı. Bir, kimseye zorbalık etmiyoruz. (Biz zorbalığa alikıran başkesenlik derdik.) İki, birimize zorbalık yapan olursa alayımız tepesine çöküp eşek sudan gelinceye kadar dövüyor ki zorba şansını bir daha denemesin. İlkokulun yarısında dayak yedim. Yarısında da yanımdan geçen olmadı. Edebiyat dünyasında bazen “çete” kelimesi kötü anlamda kullanılıyor. Çete ahlaktır, çete nizamdır, çete kardeşliktir.

Aynı yıl ilkokul 3, 4 ve 5’in tüm kitaplarını bitirdim. Bitirdim dediğim yani ezberledim. Yazın da Kur’an okumayı öğrendim ve sureleri, duaları ezberledim. Öğretmenim, Allah’ın Kars vilayetine nasip ettiği somut mucizelerden biri olan Taliha Alpan ezberimin kuvvetli olduğunu söylemişti bana. Ben de canım ne isterse ezberliyordum artık. İlkokulu bitirdiğimde dilini bildiğim bütün ortaokul ve lise kitaplarını da ezberlemiştim. Arada bir iki tane de ansiklopedi, bir iki test kitabı da ezberledim tabii.

Taliha Alpan şöyle bir şey yaptı. Dedi ki sen artık serbestsin, istediğini sorabilirsin, istediğini öğrenebilirsin. Bunun için okula gitme saatlerim serbestti, istediğim zaman çıkıp kütüphaneye giderdim, istediğim zaman şehri gezerdim. Bu hareketi öğrenim hayatımın tamamında uyguladım. Hocalarımın hepsi Taliha öğretmenim kadar özgür ruhlu insanlar olmasa da. Ankara’da, Atatürk Anadolu’da okurken bazen okulu kırıp tüm gün sinema izlediğim olurdu. 5-6 saat, üst üste 2-3 filmi izlediğim çok oldu lise yıllarında. Hep siyasi filmler. Hep öğrenmek için. Hep zıpır merakımı tatmin etmek için. Hal ve hareketim daima edepli, saygılı, başı önünde; merakım her zaman zıpır. Çalışırken de böyle idim ve hâlâ böyleyim. 9-6 mesaisini 11-4 yapmasına göz yumulan biri varsa ofiste; o benim. Çünkü herkesten çok çalıştığını herkes biliyor, çünkü bir oturuşta 3 kişilik, 5 kişilik, 10 kişilik iş yapıyor.

Kendimi övdüğüm anlaşılmasın. Çok çalışmak, IQ seviyenin yüksek olması, başkalarının çözemeyeceği zihnî problemleri çözebilecek yeteneğe sahip olmak bir şey ama bunu insanlardan kaçmak için, güneş canını yakmasın diye yapmak tamamen başka. İlk karım beni terk ettiği için Türk şiirini değiştirdim. 28 Şubat oldu, akademisyenlik hayallerimi boşverip çok daha zor bir işe kendimi koştum, bazı günler 12 saat aralıksız çeviri yaptım. Bazı günler 6 saat çeviri yaptıktan sonra 6 saat okuyup 6 saat de dergi (Atlılar) üzerine çalışırdım. Geriye kalan 6 saatin 4’ünde uyuyup 2 saat de Hakan’ı ayağımda sallarken şiir düşürürdüm.

Bu insansızlık, bu makina çalışması övülecek bir şey değil, yardım edilmesi gereken bir hadisedir. Bazı psikoterapistler benim narsist olduğumu düşünüyorlar; haklıdırlar belki de. Ama narsizm ya da değil; psikolojik sorunlarım var. Çok çalışmamın altında yatan birinci faktör annemin de babamın da kendilerini öldüresiye çalışmış insanlar olması. Babam demir çelik işçisiydi ben çocukken, Almanya’da. Bir şiirimde geçer.[3] Annem de sabah 6-akşam 9 çalışan, felç geçirene kadar en azından, asla pes etmeyen ve kendi duyguları gibi çocuklarının duygularını da duymayan bir insan. Benim ne hissettiğimin bir önemi hiçbir zaman olmadı yani. Dolayısıyla da başkalarının ne hissettiği meselesine eğilmekten de hep korktum. Hissetmediğimden değil; çoğu zaman çözülmemek için, bazen çaresizlikten. Tek çıkar yol gördüm her zaman: çalışmak.

Sistem bir yerde iflas ediyor ama. Çalışmak ödüllendirilen bir şey değil. Başarıyı getiren faktör insanlarla iletişim olunca, senin çalışkanlığın metalaşıyor. Daha doğrusu çalışkan, bilgili, içgörü sahibi bir kişi olarak sen metalaşıyorsun. Kol işçiliği kadar ucuz olmasa da kafa işçiliği de ucuzlukta ön sıralardadır. Bugün doktorlar isyan ediyor. Haklılar da. Ömürlerini harcayıp kazandıkları para adamı güldürecek seviyede. Zengin doktorlar yok mu, var. Ama bir doktoru zengin eden hikayenin doktorlukla pek az alakası var. Sosyal bir şey o; bir nevi doktor statü ve imajını kullanarak müşteri memnuniyeti sağlamak vb. Salt doktorluk yaparak alt orta seviyede ancak geçim temin edebilirsiniz.

Bir editör, çevirmen, metin yazarı, gönüllü akademisyen (hah hah ha ha) vb. olarak durumunuz bir doktorla kıyas edilemeyecek kadar gülünçtür. O kadar gülünçtür ki durumu gerçekten bilenler ağlar. Herhangi bir entelektüelin herhangi bir ayını alıp ona editörlük, çevirmenlik, metin yazarlığı yaptırın; aklı başında biriyse KPSS sınavını kazanmanın bir yolunu bulur veya ticarete atılır. Bizim gibi burjuva sağduyusundan mahrumsa da mesleğe daha beter dalacaktır. Ödipal kompleksi yüzünden veya narsizminden, eskisinden bile daha çok çalışacaktır. Eski çalışmalarının üstüne bir şeyler daha ekleyecektir. Genellikle de psikoloji ve psikiyatriden kaçarak hayatı kendi ve varsa sevdikleri için cehenneme çevirecektir.

Son hazin nokta, bu yazıyı gecenin bir saatinde ikmal ediyor olmam. Aylardan beri yazıyorum bu yazıyı ama birkaç saattir hızlandım ve kendimle dalga geçecek bir ivmeye ulaştım. Evet abilerim ablalarım, ben çok özür dilerim 9 yaşından beri köpek gibi çalışıyorum ve bunun sağladığı helalliği, kafa serinliğini, kapitalizmden özgürlüğü, burjuvasızlığı sonuna kadar yaşadım, yaşıyorum ama kimseye ne tavsiye ne teklif ederim. Bu bana oldu sadece. İnsanlar sarmadı, kucaklamadı, elimden tutmadı; güneş ısıtmayı bıraktı, tenimi yaktı; rüzgar üşüttü, köpek paçama yapıştı, çamur tabanıma sıvaştı…

NOTLAR

[1] Arslanbenzer, H. (2022). Çok üzgünüm içinde Esma-ül esma. Ketebe, s. 193.

[2] Arslanbenzer, H. (2022). Çok üzgünüm içinde 1978. Ketebe, s. 346-349.

[3] Arslanbenzer, H. (2022). Çok üzgünüm içinde 9 dokuzluk: Gezi’den Soma’ya. Ketebe, s. 79.

Etiketler
Hakan Arslanbenzer çok çalışmak çocukluk biyografi kars