Cumhurbaşkanı beni çarmıha mı gerdi?
Ama Cumhurbaşkanı bizim bu durumumuzdan ne kadar sorumludur? İzlediği ekonomi politikası nedeniyle hepimizin hayatını etkilediği açık. Çok yuvarlak ortalamayla Cumhurbaşkanı gelirimizi 3 katına çıkarıp 2 katına indirdi. Son 20 yılın hane halkı ekonomisi üzerindeki etkisi aşağı yukarı bu. Bunun için işin başındaki adama lanet okumak, beddua etmek haklı gösterilebilir mi? Pek sanmıyorum. Bunu bir kenara bırakalım o halde.
Arkadaşımın da ekonomiden söz ettiği yoktu zaten. Böyle maddi, rasyonel, ölçülebilir şeylerle uğraşmaz o. Ben uğraşırım. Mesela 2001 krizinin sorumlularına ah etmiştim. O zaman oturduğum evi terk etmek zorunda kalmıştım. İşimi kaybettim. Dergi kapandı. Ve eşim beni terk etti. Aynı sıralarda sayısız banka kapandı, binlerce şirket iflas etti; işsizlik, hayat pahalılığı, sefalet dizboyuydu. Bütün bunlara rağmen beddua etmek, lanet etmek, hakaret etmek aklıma gelmedi. Böyle bir düşmanlık beslemedim Bülent Ecevit ve kabine ortaklarına. Yapamadılar çünkü yanlış yoldaydılar. Halk da onları ilk seçimde sandığa gömdü.

Öte yandan, arkadaşım partizan biri değil. Mevcut iktidara da muhalefete de yeterince uzak biri. Demek ki bedduasının ekonomik şartların kötüleşmesiyle olduğu gibi siyasi rekabetle de alakası yok. Çarmıhta bir şair, Cumhurbaşkanına neden beddua eder? Mesele iki P yani para ve parti değilse nedir? Bir başka P ile ilgilidir. Kapitalizmin p'si ile.
Nokta-i nazarımızı bir kişinin sosyal medyada ilençlenmesinden tarihin bize biçtiği rollere doğru genişletirsek ne söyleyebiliriz? Modern Türkiye'de yoksul bir şairin Cumhurbaşkanına bedduası ne türden bir fenomendir ve içinde neleri gizler? Sosyoloji bize bazı ipuçları veriyor bu konuda. Onlara bir bakalım isterseniz.
"Kültür faktörleri," diyor ünlü Alman sosyolog Simmel (2020) "manevi bir bütünlük yaratmanın araçları olabilmeleri için gereken uşak rolünü kabul edemeyecek kadar kendi alanlarının efendisidirler." Ve ekliyor: "Açıktır ki bu en çok içlerinde kişisel bir hayatın en dolaysız konuştuğu kültürel ürünler için geçerlidir" (s. 334-335). Simmel'e göre bir eser ne kadar öznelse, nesnelleştirilmeye ne kadar direniyorsa kültürel önemi, yani diğer insanların gelişmesine katkıda bulunma ihtimali de o kadar düşüktür.
Benzeri bir gözleme psikodrama tekniğinin yaratıcısı Moreno'da (2018) rastlıyoruz: "Kültürel rezervler iki amaca hizmet eder: Kişiyi tehditlerden kurtarır ve kültürel mirasın devamlılığını temin eder. Kültürel rezervler daha gelişmiş hale gelip icrasına daha fazla özen gösterildikçe, insanların anlık telkine ihtiyacı hafiflemiştir. Bu nedenle kültürel rezervlerin spontanlık tarafı zayıflamış ve kültürel rezervlerin gelişmesi, doğumunu spontan süreçlerin işlemlerine borçlu olmasına rağmen temelindeki spontanlık kıvılcımını tehdit ve yok etmeye başlamıştır" (s. 73). Moreno, insanın kültürel rezervlerin hükmediciliği karşısında bir bozuluşa uğrayan spontanlık ve yaratıcılık özelliklerinin katarsis yoluyla geri kazanılabileceğini savunuyordu. Bir grup psikoterapi tekniği olan psikodramayı böyle icat etmişti. Her neyse.
Beddua okuyan arkadaşım özgün bir şair. Spontanlık ve yaratıcılık onun için gerçekten önemli. Gerek şiirlerinin minimalizmi gerekse şiir anlayışının kültür karşıtı olması hasebiyle, Simmel'in söz ettiği trajediyi, Moreno'nun tabiriyle bozuluşu muhtemelen çoğumuzdan daha fazla duyan biri. Barbarlık, göçebelik, doğallık, duygululuk, anti-entelektüalizm arkadaşımın şiirini olduğu gibi hayatını da belirleyen fikirler. Uzmanlaşma ve işbölümü geliştikçe, kapitalizm Türkiye'de hem ekonomik hem kültürel olarak yerleşip yaygınlaştıkça hayatı daha yaşanılmaz bulan, düzene uyamamanın acısını daha çok çeken biri. Uzun lafın kısası, sokaktaki anlamıyla olmasa da, o bir romantik.
Romantik bir ruh için Cumhurbaşkanının iktidarda olduğu son 20 yıl bir çile dönemi desek abartmış olmayız. 2001 mali krizi sonrası gelen iktidarının aşağı yukarı ilk on beş yılında Cumhurbaşkanı ve partisi, Türkiye'ye yabancı sermaye girişini sağlayacak hamleler gerçekleştirdi ve bu sayede kesintisiz gelişmeyi, dolayısıyla da kesintisiz iktidarı hedefledi. Ekonomik gelişme sağlanınca da bunun kültüre etkisi daha bariz şekilde hissedilmeye başlandı. Her şeyden önce devlet hiç olmadığı kadar rasyonel tarzda çalışmaya başladı. Dijitalleşmenin ve kurumların ekonomik imkanlarının kat kat artmasının bunda büyük payı var. Avrupa Birliği'yle uyum sürecinin ve içeride iktidarın liberallerle ittifak yapmasının etkileri de hafife alınmamalı elbette. Son yirmi yılda Türkiye'de sessiz sedasız bir hukuk devrimi gerçekleşti ve AB mevzuatının sokağa yüzde yüz indiği söylenemese de az çok bir kitle-kamu toplumuna dönüştük. Bu da kişiler arası ilişkilerde çok ciddi bir buhrana yol açtı. Psikiyatrlar ve psikologlar altın çağlarını yaşıyor. Sanayi ve ticaret zaten doğası itibariyle modernleşme, rasyonelleşme süreçlerini en kolay kapan sektörlerdir. Türkiye kendi işini yapanların oranı bakımından gelişmiş kapitalist toplumlara göre henüz ara bir aşamayı yaşıyor ama çalışan kesimin büyük çoğunluğu artık bir tüzel kişilik tarafından istihdam edilenlerden oluşuyor. Tarımın dahi güzergahını sermaye belirliyor. Belde ve köy nüfusu yüzde 6,8'e inmiş durumda.
Vahşice kapitalistleşen, acımasızca kamulaşan, tüzelleşen, kitleleşen bir toplumda öznel kültür yaratıcısı şair çarmıhtadır. Para (değerli maden, kağıt ve sanal para) Simmel'in yüz yıl önce Avrupa için söylediğinin de ötesinde insanlar arası ilişkileri rollerin, statülerin, görevlerin alışverişine indirgemişken; sosyalleşme büyük oranda mal ve hizmet alışverişinden ibaret bir haldeyken, kişi olamadan (eski tabirle adam olmadan) vatandaş ve müşteri oluverdiğimiz bir ortamda ruhuna özenmek bir lüks olabilir ancak. Yoksul bir şair bu lüksü kullanmak isterse çarmıha gerileceği aşikardır. İşsiz kalır, dergisi kapanır, eşi belki çocukları onu terk eder. Arkadaşları ona tahammül etmekte güçlük çekecektir.

Bu durumdan Cumhurbaşkanının sorumlu olduğunu söylemek abartı olur. Türkiye'nin üç yüz yıllık kalkınma hedeflerine odaklandığı için Cumhurbaşkanını suçlayamayız sanırım. Niceliğin bu derece artmasından yöneticileri sorumlu tutabiliriz tabii ama bütün yönetici kuşaklarını dahil etmek şartıyla. Abdülhamid de bunun içindedir Atatürk de. Gelişmiş Batılı ülkeler gözlerinin önündeyken başka türlü bir yol yürünebileceğini bir ân bile düşünmediler. Ve bu yolu yürürken toplumu hallaç pamuğu gibi attıklarını, kültürün trajedisini çelişkileri derinleştirerek alevlendirdiklerini; dolayısıyla da bu ülkenin insanlarının kendilerine has bir kültürü yeşertmesine engel olduklarını fark etmediler. Yöneticiler kadar vatandaşlar da gelişme, kalkınma sevdasına sahip. Türkiye maddi olarak güçleniyor; buna şüphe yok. Ama maneviyatımız da o derecede boğuluyor. Önce maddeyi kazanalım, sonra maneviyatımızı geliştiririz de denemeyeceğini Batı'nın hikayesinden biliyoruz. Sosyoloji bize bunu söylüyor, antropoloji bize bunu söylüyor. Nesnel kültürümüzü, maddi medeniyetimizi geliştirdikçe özne olma kabiliyetimizi kaybediyoruz. Şair çarmıhta ama toplum da kişiliksiz.