Devlet orada mıydı?
6 Şubat depremlerinin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti ama soğukkanlılıkla, duyguların etkisine kapılmadan deprem çerçevesinde düşünmek, dolayısıyla da yazmak hâlâ zor. Okuyucunun anlayışına sığınıyorum bu bakımdan. Gerçeğe ve mantığa, bilgiye sadık kalarak tahlil yapmaya çalışacağım ama tüm bunlar insan zihninin kapasitesi içinde yapılabilecek şeyler; depremse insanı kat kat aşıyor.
Afet, savaş, siyasi çalkantı, ekonomik kriz gibi büyük çapta olaylar bildiğimiz sosyal standartları yerinden söktüğü için kaygı ve depresyon halleri içinde bulabiliyoruz kendimizi. Bu da bizleri birer sosyal fail yahut özne olmaktan çıkarıp tekil yaratıklar haline getiriyor. Şoku atlatana kadar hayatta kalma dürtüsüyle hareket ediyoruz. Şokun yol açtığı ilk şuur kaybını atlattıktan sonra ise özneliğimizi tekrar ele geçirmek için yeniden sosyal bağlara, yeniden politik manzumelere yöneliyoruz. Robot değiliz, canımız var. 50 bini aşkın can kaybı yaşadığımız, 11 ilimizde 1 buçuk milyon insanın evsiz kaldığı bir afetin yarattığı ilk fiziksel dalganın ardından şimdi daha yavaş fakat şiddeti daha az olmayan bir sosyal dalganın içindeyiz. Deprem bir günde iki kere çarptı, ama sosyal dalga her gün çarpacak.
Türkiye’de her önemli şoktan sonra yöneleceğimiz iki olgu veyahut kavram var: Devlet ve millet. 6 Şubat depremleri neticesinde bu ikisinin şiddetle sınandığına şahit olduk. Devletle ilgili mesele saatler içinde politikleşti ve “Devlet orda mıydı?” ifadesi etrafında herkes tarafını buldu. Kimileri, ben içinde olmak üzere, devletin gerekliliği kabulüyle hareket edip devleti savundu; kimileri, bunun içinde iktidar muhalifleri kadar yabancı devletlerin memurları ve kendi popülerliğinden başka meselesi olmayan ünlüler var, devleti eleştirdi, yok olmakla suçladı, hatta birçok durumda yalan haber yayarak zor durumda bırakmak için elinden geleni yaptı. Bunun muhasebesini biraz aşağıda yapacağız.
Millet ise tartışmanın bütün taraflarınca övgüye değer bulundu. Hatta yurtdışından gelen arama kurtarma ekipleri Türk depremzedelerin jestleri karşısında şaşkınlık ve hayranlıklarını defalarca dile getirdi. Türkiye’nin dört bir yanından gönüllüler akla gelebilecek her türden malzemeyle adeta uçarcasına deprem bölgesine aktı. Arama kurtarma faaliyetinin öncelikli olduğu ilk iki hafta içinde bölgede çalışan 300 bini aşkın insan olduğu bilgisi geçilmişti. AFAD’ın verdiği kayıtlı insan sayısı bu; bölgede hizmet eden insan sayısının daha fazla olduğu bir gerçek. 300 bin kişinin önemli kısmı AFAD koordinasyonunda çalışan devlet memurları ve gönüllüler olmakla birlikte, çok fazla sivil toplum kuruluşu ve vatandaş da elinden ne geliyorsa yaptı ve bugün de yapmaya devam ediyor. Milyonlarca insan ise bulundukları yerden ayni ve nakdi yardımda bulundu, yardım organizasyonlarında günlerce çalıştı.
Özetle, millet iyi bir sınav verdi diyebiliriz 6 Şubat depremlerinde. Ne var ki, bir millet 1) devletten ne derece bağımsızdır, 2) betonun demirinden çalan müteahhit, müteahhitten rüşvet alan mühendis, deprem olduktan sonra bir tas çorbayı 100 liraya satan lokantacı, deprem bölgesinde ihtiyaç duyulan malzemeleri 3 katına satan e-ticaret ahalisi, deprem günü bir STK’ya çadır satan Kızılay başkan ve personeli ve benzerleri, sürekli yalan haber üreten ve paylaşan haberciler, ünlüler bu milletin ferdi değil mi? Hele hırsızlar. Yani basit hırsızlar. Mürekkep hırsızlara daha sonra değineceğim. Tıpkı 1999 Gölcük depreminde olduğu gibi (adını vermeyeyim ama bilen biliyor) başka illerden gelip depremin en çok vurduğu şehirleri bir kere daha vuran hırsız çeteleri. Yol kesip yardım tırlarını soyanlar? Yağmaladığı malzemeleri arabasına atıp Türkiye’nin öbür ucundaki evine taşıyan devlet memuru? Şükür ki bunların bir kısmı tutuklandı ve mahkemede hesap verecekler. Ama resim büyük ve tek renk tek desen değil. Enkaz altında iken bile ailesini kendisine tercih eden insanlar da bu milletin ferdi, o insanları enkaz altında bırakan, enkazları soyan insan müsveddeleri de.
Milletin resmine fenomenolojik açıdan bir bakalım. Bu resim bize ne anlatıyor? Her şeyden önce millet dediğimiz varlık ya bir insan topluluğu olarak ortak bir ahlaki töze sahip değildir veya milletin ahlaki tözüne aykırı unsurlar millete dahil edilmemelidir. İkinci yolun milliyetçi söylemde yeri var ama gerçeklikte anlamsız. Millet mensubiyetinin yani vatandaşlığın devlet zoruyla bir kişinin elinden alınması için o kişinin suçlu olması yetmez; Türkiye’nin aleyhine olmak üzere yabancı bir devletin hizmetinde bulunması gerekir. Kanun böyle diyor. Demek ki devlete ihanet etmemek kaydıyla hangi suçu işlerseniz işleyin Türk milletinin bir ferdi olmaya devam ediyorsunuz.
Günlük hayatta ise millet dediğimizde dezavantajlı kalabalıkları kast ediyoruz. Bu kesitte depremzedeler millet olurken onları bu hale koyan müteahhit, rantiye, politikacı, kamu idarecisi vb. avantajlı grup millet kapsamı dışında kalıyor. Milletin semantik sınırlarını zenginlik, güç, iktidar ve devlet belirliyor. Mürekkep hırsızlar dediğim bankalar, inşaat şirketleri ve onlarla işbirliği içindeki siyasi-kamusal yapılar ve kişiler millete mensup olmuyor bu semantiğe göre.
O halde, yazıyı kısa tutmam gerektiği için biraz kestirmeden gideceğim, “Devlet orada mıydı?” sorusu aynı zamanda bankaları, GSM operatörlerini, enerji dağıtım şirketlerini, bunlara sahip olan holdingleri, rantiyeyi, inşaat şirketlerini, belediyeleri, bakanlıkları, siyasi partileri, bunlar gibi deprem bölgesiyle güç ve servet ilişkisi olan tüm yapıları ilgilendiriyor. Bunlardan hangileri oradaydı?
Sağa sola bakmadan orada en çok olanların bir listesini yaptığımızda ortaya şu liste çıkıyor: Çevre Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Silahlı Kuvvetler, AFAD, Kızılay, Karayolları, İHH; Beşir Derneği, İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, Ordu belediyeleri, Fulya Öztürk başta olmak üzere bazı medya mensupları…
Göremediklerimiz ise şunlar: Bankalar, GSM operatörleri, enerji dağıtım şirketleri, bunları bünyesinde barındıran holdingler, 200 milyar dolar döviz, 788 milyar TL devlet tahvili, 6 trilyon 316 milyar vadeli mevduatı elinde tutan rantiye, siyasi partiler, medyanın önemli kısmı, Oğuzhan Uğur vb. sosyal medya influencer’ları…
Tablomuza biraz mesafeden bakarsak, gücün hukuki kanadının yani resmi adıyla devlet ve hükümetin orada olduğunu, gücün buzdağının görünmeyen kısmı gibi derinde olan ekonomik tarafı ile bu ekonomik gücün siyaset ve medya sacayaklarının orada olmadığını söyleyebiliriz. Bu da Türkiye’de güç ve iktidarın temerküz alanlarını ciddi biçimde gözden geçirmek gerektiğini gösteriyor. Hükümet TV kanallarında ortak bir kampanya düzenleyerek 116 milyar TL topladı. Tabii bu paranın önemli kısmı kamu bankalarından geliyor. Ama servetin çok büyük kısmını elinde tutan holdingler ile rantiyeye yönelik hiçbir ciddi mali karar veremediler. Veremezler de zaten. Mevcut hükümet gibi hükümet olmaya aday olan siyasi partiler de finans oligarşisine çok şey borçlu.
ABD’nin liderlik, Türkiye’ninse çıraklık ettiği neo-liberal ekonomik düzen yıkılmadığı sürece inşaat tamahkarlığı sona ermez, yıkılanı yapmak için de millet gece gündüz çalışmaya devam eder. Zengin ettiklerimizse her işten olduğu gibi bu büyük yıkımdan da kârlarını yüzde 1000 artırarak çıkarlar.