Dram ve özgürlük ekseninde Kemal Tahir'in romancılığı
“Ben otuz yıldan beri dünyaya, insanlara, olaylara, hiç aralıksız romancı olarak bakmaktayım. O gün bugündür, ne okumuşsam, ne görmüşsem, ne işitmişsem, kimi tanımışsam –kısası- ne öğrenmişsem yalnızca romancı olarak, roman için öğrendim, roman için romanda kullanmak için biriktirdim. Başka yazılarla uğraştığım zamanlar oldu ama ben başkaca roman zanaatının yasalarını araştırdım” (Tahir, 1989: 56-57).
Kemal Tahir’in romandan ve romancılıktan ne anladığını çözümlemek için en az romancılığı kadar önemli şey yaşadığı tarihsel zaman dilimidir. Dünyaya “aralıksız romancı” olarak bakmanın anlamını, Kemal Tahir’in romandan ne anladığını sorarak cevaplandırdığımızda, yazarın, yaşadığı dönemden günümüze uzanan bir tartışma alanı olarak, düşünce adamı mı romancı mı olduğu konusundaki tartışmaların bir ölçüde anlamını kaybettiğini görebiliriz. Dikkatli bir okuma, Kemal Tahir’in yazı hayatını şekillendiren temel noktanın esaslı bir sorudan yola çıktığını kolaylıkla ortaya koyabilir. Bu soru en özet haliyle şudur: Türkiye nasıl kurtulur? Gençlik yıllarından ölümüne değin bu mesele üzerine can alıcı sorular soran, zamanla bu soruların hazır kalıplar çerçevesinde yanıtlanamayacak kadar zorlu ve karmaşık olduğunu fark ettiğinde fikirlerini disipline edecek bir yöntem arayışına giren bir entelektüeldir Kemal Tahir.
1938 yılında komünistlik propagandası gerekçesiyle tutuklandığında, sosyalist dünya görüşüyle entelektüel bir ilişki kurmanın koşullarını, içinde bulunduğu katı gerçeklikle birlikte tecrübe ederken, hapishaneden “bizim üniversite” olarak bahsederek, içinde bulunduğu manzara karşısındaki konumunu Fatma İrfan’a şöyle anlatır:
“Bozulmuş bir ordu gibi herkes kendi başının çaresine bakar. Burada ‘iptidai bir orman kanunu, bütün sertliği, insafsızlığı ve kahpeliği ile caridir.’ Herkes kendi yiyeceğinden ve kendi kavgasından mesul. Tabiat; soğuğu, sıcağı, hastalığı ile cemiyet açlığı, çıplaklığı ve kepaze ihtiraslarıyla hiçbir yerde bu kadar çıplak, bu kadar hayâsız, bu kadar keskin olamaz” (Tahir, 1979: 227-228).
Kemal Tahir’in İstanbul’un Beyoğlu sokaklarından, 1930’lu yılların Anadolu’sunun bütün iptidai koşullarını yansıtan hapishaneye doğru uzanan bu serüveni, başından itibaren sorduğu soru üzerine daha ciddi biçimde düşünmesini sağlar. Ve artık şiir yazma ısrarından vazgeçer. Sorduğu sorular üzerine verebileceği cevaplar artık hikâyenin de değil roman gibi kapsamlı bir türün sınırlarını zorlayacaktır. Henüz yazacağı ilk romanın planını yaparken, kendisini o noktaya getiren şartlarla, hapishane ortamı dışında karşılaşması çok muhtemel olmayan insanlar üzerine yaptığı gözlemlerden yola çıkarak, bu gerçekliği bütün çıplaklığıyla anlatmayı deneyeceğini yazacaktır:
“Çok realist davranacağım (..). Seçtiğim tipler muayyen birer maksatla karşı karşıya getirilmiş olacaklar ama daima kendileri gibi konuşacaklar. Ben onlara hiç bir kelime sufle etmeyeceğim. Realitenin romana girmesi birtakım usullerle oluyor.. Tipler körü körüne nasıl girmezlerse, adi bir kukla olarak da alınmamalıdırlar. Onların romana lüzumsuz taraflarını yontmak, fekat yontulan yerlerine kendimizden parçalar yapıştırmamak lazım. Romanlar muhakkak tezli olmalı; fekat bu tezi romancı aradan hop diye ortaya çıkıp bizzat söylememeli. Ne ahlak dersi, ne meth-ü sena, ne sınıf kavgası, ne de şuna buna kin. Bunlar seçeceğimiz tiplerde varsa olacak” (Tahir, 1979: 173-174).
Kemal Tahir’in gerçekliği olduğu gibi, kendi kanunları çerçevesinde anlamaya dönük çabasının, henüz sosyalizmle, kendi ifadesiyle “yarım yırtık” bilgilerle tanıştığı yıllarda başladığı görülmektedir. En az bunun kadar dikkat çeken bir başka noktaysa; Kemal Tahir’in henüz 1938 yılında, romancı olmaya karar verdiği andan itibaren, önceki yaşantısını “koca bir ciltle kapayacağı” ve “hayatının keskin bir dönüm noktası”nda olduğunu ifade ederek cümlesini şöyle bitirmesidir; “uhdesinden geleceğime eminim. Türkiye’nin en kuvvetli romancısını yetiştireceğiz” (Tahir, 1979: 284).
Bu konudaki ciddiyetinin ne olduğuna bakmak içinse artık dönem mektuplarına değil geri kalan otuz küsur yıllık yazı hayatına bakmak yeterli olacaktır. Yıllar sonra Devlet Ana üzerine hazırlanmış bir özel dosyada 1948’den beri romanı için yürüttüğü tarihsel çalışmaların varlığına dikkat çekerken (Tahir, 1968: 17), Türk edebiyatının ve de Türk düşüncesinin en tartışmalı eserini kaleme alan bir yazar olarak çıkacaktır okur karşısına. Ahmet Oktay, Kemal Tahir’i Devlet Ana romanına getiren sürece dikkat çekerken, böyle bir eserin Kemal Tahir sanatında “zorunlu bir sonuç” olduğuna dikkat çekmesi, (Seyda, 1969: 20) yazarın romancı ve düşün adamı kimliğinin iç içeliğini yeniden düşünmenin bir başka imkânı olabilir.
Peki Kemal Tahir “geniş, sağlam bilgiye, uzun boylu çalışmaya (...) dayanan büyük roman, herhangi bir yazarın “biraz da roman yazsam” demesiyle meydana gelmez” (Tahir, 1989: 54) diyerek gerçekçi olmayı neden romancılığın bir önkoşulu saymaktadır? Başka bir şekilde sorarsak, Kemal Tahir gerçekliği anlatmak için neden romancı olmayı seçmiştir? Cevap vermesi çok da kolay olmayan bu soruyu, yazarın roman sanatında merkezine koyduğu dram anlayışı ile yazımın başında belirttiğim yazarın temel sorusu olan “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusunu birlikte düşünerek cevaplamaya çalışacağım.
Romanın temel meselesi olarak bir soru(n) ve bir amaç: Dram ve özgürlük
1959 yılında Son Posta gazetesi tarafından gerçekleştirilen ve 1960 yılında Düşün Yayınevi tarafından kitaplaştırılan Beş Romancı Tartışıyor metninde “benim meselem” dediği drama düşmüşlük, Kemal Tahir’in “bütün gerçekler son hesaplaşmada insan gerçeğine dayanır” (Tahir, 1992: 43) dediği noktaya işaret etmektedir. İnsan gerçeğinin tam zıttı olan “harikulade fikri” Kemal Tahir’e göre “her zaman insan dışıdır”. Bu fikir, insan idrakine, hayatın gerçekliğini, ancak farkına varıldığında üstesinden gelebilecek araçlara sahip olma imkânı konusunda hiçbir şey vermeyecektir. Dolayısıyla Kemal Tahir’e göre gerçeklikten kopmak, o gerçeklik karşısında umutsuzluğa düşmeden, daha açık bir ifadeyle, gerçeklik karşısında yenik düşmeden mümkün olmamaktadır (Tahir, 1989: 124). Harikuladeliğin aksine, gerçeklik işe yarar kılındığında (sistemli bir düşüncenin parçası olduğunda) “ona tekrar dönmek zorunda kalacağımız zamana kadar bizi, zorunluluklarımızdan birinin idrakine götür(ecektir.)”. Zorunluluğun idraki ise ona karşı hür olma imkânını beraberinde getirecektir (Tahir, 1989: 90).
Kemal Tahir dramla hürriyet arasında ilişki kurarken, harikuladelik gibi çaresizlikle dram arasındaki farka da işaret eder. “Roman kişisinin dramındaki özellik içine düştüğü açmazın çepeçevre kapalı olmamasındandır. Çepeçevre kapalı açmaza düşmüş insanın debelenmesi roman dramı olmaz, çaresizlik olur. Bu çaresizliğe katlanmak da, anlatılmaya, yazılmaya değer bir şey değildir” (Tahir, 1989: 143). Çepeçevre kapalı olmayan bir açmaz ise, ”drama düşmüş kişi(yi), ne kadar budala olursa olsun, ister istemez, içinde yaşadığı toplumun bozuklukları, haksızlıkları üzerinde duru(p) düşün(mesini) belki de onlara karşı çıkar(ak) ve onurlu bir tavır takın(masını) sağlar! (İşte) romanın gücü (esas olarak) buradadır” (Tahir, 1989: 148).
Beş Romancı Tartışıyor’da bu dramın kalkış noktasının ne olacağı üzerine vereceği cevap daha da belirginleşir; içinde yaşadığı toplumun o günkü sosyal ve politik davranışları arkasındaki tarihsel süreci kavrayarak buradan o toplumun ruhunu yansıtacak temelin bulunması. Bunu daha sonra Anadolu cevheri olarak adlandırdığı Türk ruhunun aydınlatılması şeklinde formüle edecektir (Tükel,1960: 88). Kemal Tahir’e göre romancının esas görevi bu formülün dram etrafında kurgulanmasıdır. Burada dikkat çeken noktalardan biri ise roman sanatı çerçevesinde aydınlatılan bu toplumsal temelin (Türk ruhu olarak adlandırdığı temelin) formüle edilmesini dönemin diğer ilmi çalışmalarına havale etmesidir (Tükel, 1960: 88). Bu oturumun ardından geçen yedi yıllık zaman dilimin ardından Aziz Nesin’in Türk edebiyatında zorlu bir fırtına olarak işaret ettiği tartışmaları üzerine çekecek olan Devlet Ana romanıyla, romancının bilim adamı titizliğiyle çalışarak sezgisiyle onu da aşacak bir düzeye gelmesi gerektiğini söyleyecektir (Seyda, 1969: 38-39). Türk toplumsal yapısına dair tezi olan bir romanın açık oturumunda bunu dile getirmesi önemlidir. Beş Romancı Tartışıyor’da tespit edilmesi gereken Anadolu cevherinin ne olduğu konusuna artık bir cevabı vardır Kemal Tahir’in; devlet kuruculuk. Dram ve özgürlük arasında kurduğu ilişki en özgün ifadesini bu romanında bulacaktır.
Yazının başında belirttiğim soruya tekrar dönersem, Kemal Tahir’in romancılığında kalkış noktası olan “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusu, hayatı boyunca izini süreceği gerçekliğin dram etrafında kurgulanarak ortaya konulmasını ve bu bilgiye ulaşmanın onu aşmanın yani ona karşı özgür olmanın tek yolu olduğunu düşünmesinden ötürüdür. Kemal Tahir’in bu arayışta yanılmaktan korkmaması gerçekliği özgürlüğün önkoşulu saymasından kaynaklanıyor. Kurt Kanunu romanında dediği gibi: “Ben o cehennem azabını, kıstırılmış insanlara kapıları açmamak için çekmiyorum. Kapıları daha kolay, daha çabuk açabilmek için çekiyorum” (Tahir, 2005: 311).
KAYNAKÇA
Dost Dergisi (Editör), (1968). “Kemal Tahir ile Konuşma”, S.39, C.20, Ocak.
SEYDA, Mehmet (1969). Türk Romanı, İstanbul: Tekin.
TAHİR, Kemal (1979). “Fatma İrfan’a Mektuplar”, İstanbul: Sander.
TAHİR, Kemal (1989). “Notlar-1: Sanat-Edebiyat”, Ankara: Bağlam.
TAHİR, Kemal (1992). “Notlar-13: Sosyalizm Toplum ve Gerçek”, Ankara: Bağlam.
TAHİR, Kemal (2005). Kurt Kanunu, İstanbul: İthaki.
TÜKEL, Turhan (1960). “Beş Romancı Tartışıyor (Fakir Baykurt-Kemal Tahir-Mahmut Makal-Orhan Kemal-Talip Apaydın)”, İstanbul: Düşün.