Felaket dönemlerinde iyi hissetmenin yolları
Bugün depremin birinci ayı dolmuş. Bir ayın nasıl geçtiğine dair döküm yapacak değilim. Depremden önce ne yapıyorduk, onu bile yeni yeni hatırlıyorum. Üstelik birinci dereceden yakınım da yoktu kayıplar arasında. Ama yakınlarımın yakınları, hemen her şehirdeki arkadaşlarım tanışlarım, anne-babamın arkadaşları, teyzelerimin halalarımın uzak yakın akrabaları derken çok fazla insanın öldüğünü, enkazdan kurtulduğunu, evinin yıkıldığını kendisine bir şey olmadığını ya da enkazdan çıkarılıp öldüğünü duyduk. Sadece kendi çevremizdekileri diyorum. Herhangi bir tanıdık olmasına gerek de yok perişan olmak için zaten. Ölüm herkesi kardeş kıldı.
Kardeş olmadıklarımızı, olamayacaklarımızı da ayıkladı. Mesela ne kadar iyi ya da yüce gönüllü bir insan olduğunu göstermek için depremzedenin üstüne basanlar. Ne kadar derin siyasi analizler yapabildiğini göstermek için soluğu sosyal medyada alanlar. Her biri malının zekatını verse ya da hakkıyla vergilendirilse zaten yoksul insan ya da bozuk yapı bırakmayacak kadar serveti olup da Acun Medya önderliğinde tuhaf tuhaf paralar bağışlayanlar. Sonra da insanlık ve hayır yapmış oluyorlar. Esasen hayırseverliğin mantığı da bu zaten. Uyuşturucu kaçakçısının uyuşturucuyla mücadele gecesi düzenlemesi gibi bir şey yani. İnsan kanı dökerek, insanları ölüme terk ederek büyümek. Ardından insanlık için büyük kendileri için küçük meblağlardan vicdan aklamak için vazgeçmek. Ya da kara para aklamak. Vazgeç ki özgürleşesin. Ver ki daha çok gelsin. İyi hissedebilirsin kendini sonuçta 250 verecekken 300 verdin. Sen üstüne düşeni yaptın. Rahat uyuyabilirsin sayın zengin. Devlet bir ara vergini siler, teşviğini verir. İyice bir günah çıkardın.
Mesela; çalıştığım Alman yazarlardan biri depremin hemen akabinde yayınevinin sitesinin ne güzel olduğunu yazdı, “eee kitabımı ne zaman basacaksınız” diye de soruverdi. Sanırım ikinci gündü, hâlâ tanıdığım insanlara ulaşmaya çalışıyordum, enkaz altındakilerden umut vardı, destek olmaktan başka bir şeyle ilgilenmek aklımın ucundan geçmiyordu. Zihnim yarılmış gibiydi. Adama “şu an sizin kitabınızla uğraşacak durumumuz olabilir mi” dedim. Çünkü ben profesyonel biri değilimdir. Almanla Alman da olmam haliyle. Adam bana cevap olarak “dört basamaklı rakamlara varan bağışlar yaptıklarını” söyledi.
Günah çıkarmak bizim dinimizde yok malum. Ama gavurla zenginin tepkileri çok da farklılaşmıyor. Mesela; çalıştığım Alman yazarlardan biri depremin hemen akabinde yayınevinin sitesinin ne güzel olduğunu yazdı, “eee kitabımı ne zaman basacaksınız” diye de soruverdi. Sanırım ikinci gündü, hâlâ tanıdığım insanlara ulaşmaya çalışıyordum, enkaz altındakilerden umut vardı, destek olmaktan başka bir şeyle ilgilenmek aklımın ucundan geçmiyordu. Zihnim yarılmış gibiydi. Adama “şu an sizin kitabınızla uğraşacak durumumuz olabilir mi” dedim. Çünkü ben profesyonel biri değilimdir. Almanla Alman da olmam haliyle. Adam bana cevap olarak “dört basamaklı rakamlara varan bağışlar yaptıklarını” söyledi. Türkiye’ye bir sürü para göndermişler. Şu durumda içi rahat bir şekilde, gayet profesyonelce, her acıya gayet olgun bir mesafeden ve tiksinti veren derin bir saygısızlıkla kitabının akıbetini canı burnunda Türk halkına sorabilir. Çünkü bağış göndermiş. Görevini yapmış adam. Vadeli hesabını filan bozdurmuş olabilir bu uğurda. Dünya da onun etrafında döndüğü için bağışının hatrına hemen basmamız gerekiyor kitabını tabii.
Dünyamız, biliyorsunuz, aynı zamanda zenginlerin etrafında döner. Hâl böyle olunca bağış meselesi gündemi bir anda değiştirdi. O zamana kadar olmayan kaldıysa, o akşamdan sonra servet düşmanı olmuştur artık herhalde. Canını dişine takmış hem yardım örgütleyen hem para gönderen insanlarla temiz dalga geçtiler. Depremzedeyi şov dünyasının, iyilik melekliğinin, sosyal sorumluluk projelerinin malzemesi yaptılar. Mekânı basıp ortalığı dağıtan biri de çıkmadı. Sosyal medyadan geyik yapıldı. Hayatı biten insanları “show business” için kullanmakla kendi siyasi konumunu berkitmek için konuşup durmak arasında özde bir fark görmüyorum; açık konuşayım. Gerçek anlamda siyaset yapabilseydik bağış diye bir şey tartışmazdık. Üst üste üç devlet karşıtı ya da yanlısı tivit atmayı da bir şey yapmak sanmasaydık, gerçek bir anlamımız olabilirdi elde.