Hal-i pür melalimiz


Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Olağanüstü Zirve’si gerçekleştirildi. 7 Ekim krizinin üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra gerçekleşen zirve, uygulama biçimi ve kararları itibariyle hem Nekbe öncesi İslam dünyasının durumunu hatırlattı hem de Filistin meselesinin geleceğine dair ipuçları verdi.

Nekbe öncesine atıf yapmamın amacı, benzer bir birlik Nekbe öncesinde de kuruldu. Bölgede İsrail’in varlığına kesin olarak karşı çıkmak maksadıyla 40’lı yılların ortasında hayata geçirilen Arap Birliği’nin çizdiği manzaradan günümüzdeki İİT’ye bakınca, o günden bugüne Filistin için kurulan birliklerde İsrail’e dair yaklaşımlarda keskin bir değişmenin olmadığı görülüyor. Bu değişimin yaşanmamasının en büyük sebebinin ise, tıpkı 80 yıl önce olduğu gibi İslam dünyasının geçmiş muhasebeleri, iç çatışmalar, mezhep ayrışmaları, Batı ile ilişkiler, Filistin’e farklı yaklaşımlar ve güçlü bir yapılanmalarının olmayışı olduğu göze çarpıyor.

1945 yılında Ahmet Şukayri’nin Kahire’de ilan ettiği sonuç bildirgesi gibi; İİT Zirvesi’nde de ilan edilen sonuçların somut bir yaptırımı öngörmeyişi, BM’den sonra en kalabalık ve etki alanı geniş oluşumun, çarpıcı ve ironik bir gerçeklik olarak varlık sebebinin Filistin oluşunu akıllara getiriyor.

1940’lı yıllarda bu oluşumu içinde olmasına rağmen “içerisine 7 kelle atılmış bir torba” olarak niteleyen liderlerin yerine, bugün henüz birkaç sene önce İİT’de içinde Filistin’i de içeren savaş suçları sebebiyle yargılanan isimlerin, Filistin’in geleceği için konuşma yaptığına şahit oluyoruz.

O dönemlerde yeni kurulmuş bir yapılanmaya sahip olduğu için Filistin’e destek veremeyecek kadar güçsüz devletlerin yerini, bugün sermaye sahipliğini elinde tutmasına rağmen İsrail’e en ufak yaptırımda bulunmak istemeyen devletlerin aldığını görüyoruz. Böyle zamanlarda Filistin’e verdiği desteğin bedelini canıyla ödeyen, İsrail’e yönelik petrol kararı sebebiyle hayatını kaybeden Faysal Bin Abdülaziz gibi isimleri hatırlamamak mümkün değil.

1940’larda Arap Birliği içinde birbirine düşman ülkeler mevcuttu. Suudlar tarafından Hicaz topraklarından çıkarılan Haşimiler ile Suud ailesi aynı masa etrafında Filistin’i konuşmak için biraraya geldi. Aradaki mücadele, Filistin meselesine ne kadar etki etmiştir acaba… Bugün tablo pek değişmiş değil esasen. Üstelik cephe ve mücadele daha da arttı, hem de Müslüman topraklarında. Suriye, Yemen, Libya, Azerbaycan, Irak gibi coğrafyalar, Müslüman devletlerin arasında çatışma sahaları oldu. Bu çatışmaların varlığı ile İslam dünyasındaki parçalanmışlığı arttıran devletlerin, bu durumdan tamamen bağımsız İsrail’e karşı ne kadar ittifak içinde olabilir düşünmek zorundayız. Zorundayız çünkü bağımsız bir Filistin’e giden yolun yalnızca ve yalnızca İsrail’den geçtiğini düşünüyorsak yanılgı içindeyiz demektir. Bu problemleri de muhakkak konuşmalıyız.

1940’lı yıllarda kurulan Arap Birliği’nin yarısı İngiliz tipi parlamenter sistem ile yönetiliyordu. Kalan yarısı da Fransız tipi monarşi ile. Bu bilgiyi vermemizin sebebi, aslında Arap Birliği’nde bulunan devletlerin çoğunun bağımsızlığa kavuşsa da emperyalist devletlerin ellerinin o dönemde üzerinde etkisinin olduğunu belirtmek içindi. Bugün de durum pek farksız sayılmaz. Organizasyona katılan devlet ricallerinin azımsanmayacak kısmı Sandhurst’te yetişti. Yine önemli bir kısmının yönü bu devletlere dönük.

1940’larda organizasyonda konuşma yapan isimlerden bazıları İngiltere’nin bölgedeki en iyi çalışma arkadaşlarıydı. Kimisi Lawrence ile yakın dostluklar içindeydi. Gazze insanlık tarihinin en büyük katliamlarından bazılarını yaşarken ülkelerinde büyük festival düzenleyen devletlerin, bu dostluğu hiç ama hiç eskitmediğini de bu süreç bizlere gösterdi.

Filistin için, “Paraya evet, silaha ve orduya hayır," diyen isimler vardı 80 sene önce. Siyasi ve askeri desteğe ihtiyacı olan, adım adım Nekbe’ye yaklaşan Filistin halkının asıl ihtiyacının maddi olduğunu düşünmüşlerdi. Bugün ne yazık ki en azından bunu zikreden devlet sayısı da az. Bir ayı geçen zaman zarfında vicdanı kalbinde taşıyan kişi ve kurumların gönderdiği yardımlar Gazze’nin içerisine dahi giriş yaptırılamadı. Haftalardır herkes bir başkasına bakıyor. Yıllardır en büyük motivasyonu İsrail ile mücadele olan yapılar, Gazze’yi yalnız bıraktılar. Askeri birliklerini dahi Kudüs’e referansla isimlendirenler, Kudüs’ün kendilerine en ihtiyacı olduğu anda sessiz kaldılar. Bu sessizlikten cesaret alan İsrail, Gazze’ye yönelik saldırılarını daha da arttırdı. Tıpkı Nekbe’ye giden dönemde işleyen Dalet Planı gibi…

Aynı askeri isimle Suriye’de yüz binlerce insanın ölümüne destek olurken uluslararası dengeler rafa kalkmış olmalıydı. Yermük’te binlerce Filistinli öldürülürken bu katliamlara askeri, siyasi ve finansal destek verenler, Gazze’yi Kudüs’ten bağımsız bir konu olarak görüyor olmalılar. Takdir kendilerinin…

Bir de “Son hayalim ordularımın başında Kudüs için mücadele etmek,” diyen isimler vardı 80 sene önce. Aynı ruhu taşıyanları görmek insanlık adına yüzümüzü güldürüyor. Parlamentolarda İsrail’e karşı birlik beraberlik artıyor. Liderler, ulusal organizasyonlara öncülük ediyor. Türkiye’de olduğu gibi bizzat hükümetler bu farkındalığa katkı sağlıyor.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın önünde önemli bir yol ayrımı var artık. Burada belirlenecek güzergâh Filistin için de dönüm noktası olabilir. Böyle giderse yakında Mescid-i Aksa’yı ziyaret edebiliyor olmak İİT için başarı addedilecek. Oysa elimizde muazzam bir imkan dairesi var. Ekonomik, siyasi ve askeri mekanizmalar var. Uluslararası toplumun ve sokağın sesi var.

Etiketler
Ahmet Faruk Asa Filistin İslam İşbirliği Teşkilatı Olağanüstü Zirvesi İsrail Savaş Politika Arap Birliği