Hayatın kime ait?
Bir sana bir bana, bir sana bir bana. Küçük çocukken meyve, kuru üzüm, şeker, çikolata artık neyi paylaşıyorsak, karşılıklı oturur avucumuzdan taşanı kardeşimizle böyle pay ederdik. Bölünecek ekmeği tam ortadan ikiye böler verirdi annemiz. Fakat büyüdükçe, farklılıklar belirginleştikçe ve hak edilmişlik, edilmemişlik gibi kavramlar hayatımıza girdikçe, bir sana bir bana olayının rengi değişmeye başladı. İki bana bir sana, üç bana bir sana, hep bana hiç sana, çünkü sen bunu hak etmiyorsun. Benim kadar çok çalışmadın. Benim kadar iyi değilsin.
Peki ben neyi hak ettim?
İnsanların birbiri ile eşit olduğu safsatasının altında riyakarca bir tutum var. İnsan eşit yaratılmamış. Eğer öyle olsaydı her birimizin zeka, beden ve ruh özellikleri birbiri ile aynı olurdu. Diğer insanlarla benzer özellikler taşısak da bire bir aynı olma durumu tek yumurta ikizlerinde bile yok. Güreş ve benzeri ağırlık kaldırma sporlarında yarışan kişilerin boy, kilo ve yaş özelliklerinin aynı olması gözetilir. Jokeyler hafif ve fiziksel olarak ufak yapılı insanlardan seçilir ata eziyet olmasın, tüy gibi uçsun diye.
Yani, Ferhat’ın dağı delesi varmış. Mecnun’dan dağı delmesini istersen, hayalkırıklığına uğrarsın. Hikaye de aşk da yarım kalır. Peki biz neden sürekli olmayacak işe “Amin!” diyerek karşımızdakinden isteyemeyeceğimiz büyüklükte işler istiyoruz? Performansı zorlamak ya da zorlamamak; bütün mesele bu mudur? Olmayacak iş var mıdır? Hayatta her şey mümkün müdür?
En başta şu konuya açıklık getireyim. Kimse kimseyle eşit değildir arkadaşım. Dünyada dengeler, eşitlikler üzerine kurulu değildir. İnsanlar, yetenekleri ölçüsünde var olur. Öte yandan, herkesin birbirinden üstün olan, olmayan özellikler vardır. Adalet, vicdan, saygı gibi tarifeler herkese “eşit” biçimde uygulanmalı. Bu, onun diğerinin aynısı olmasıyla ilgili değildir. Temel insani haklar, adalet tartışmaya açık değildir. Yeteneklerin ölçüsünde var olurken, bazı noktalarda dışlanır, bazen kayırılırsın. Bu insani tutumu abartmadan ve hakları gözeterek sağlamaya çalışılmalı.
Bir babanın en parlak çocuğu olmak laneti
Bu laneti taşıyan kaç kişiyiz? Beni gören elini kaldırsın. Ya da tam zıddı, ailede görmezden gelinen kişi olmak, yok sayılmak. Her ikisinin de kendine has handikapları var. En parlak olanın, en sevilen olanın avantajlı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hepsinin kendine has boktanlıkları olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Parlak ve ihmal edilmiş diye adlandırabileceğimiz kurgusal iki kardeş düşünelim. Tıpkı Virginia Woolf’un, Kendine Ait Bir Oda’da Shakespeare’in hayali kız kardeşi Judith’e uyguladığı tarife gibi. Ben senaryodaki cinsiyetleri özgür bırakılma konusunda ters kurguladım. Türkiye’de bir kız çocuğunun tamamen özgür bırakılması mümkün değil. En azından benim fantezi alemimde özgür olsun diye bir sübliminal. Kız kardeşlerime ufak fantezi alemimden bir hediye. Parlak ve özgür kız kardeşleri seslendiriyorum.
Parlak olan:
“Ben ailenin ilk çocuğu ve en büyük oğluyum. Ebeveynlerim benim için gereken tüm şartları kusursuz biçimde sağladı. Okuyacağım okullar, yaşam tarzım, hepsi Truman Show tadında. Şu an 35 yaşında çok başarılı bir iş adamıyım. İpotekli yaşamımda her şey krema tadında ve mutsuzluktan geberiyorum.”
İhmal edilen:
“Ben ailenin iki erkek çocuğundan sonra dünyaya gelmiş kız çocuğuyum. Abilerim parlak iki yıldızken ailem tipik Türk ailesi tutumunun aksine beni serbest bıraktı. İstediğim fakülteye gidip kendi hayat tarzımı inşa ettim. Ailede varla yok arasında bir pozisyondayım benden iki yaş küçük kız kardeşim ise prenses. Onun tırnağına taş değse herkes koşup yetişiyor. Ben hayatta tek başına işine bakabilen, tercihlerini yaşayan, istediği okulları okuyan, özgür bir kadınım. Çocukluktaki yaşadığım sahipsizlik ve yalnızlık hissi yakamı bıraksa mutlu olacağım. Sanırım mutsuzluktan ve kalabalıklar içindeki kimsesizlik duygusundan ölüyorum. Martin Heidegger’e ise söyleyecek hiçbir sözüm yok.”
Bu iki basit senaryoyu zihninizde Flash TV oyunculuğu tadında canlandırırken eğlenebilir veya hüzne boğulabilirsiniz (!).
Mutluluk nedir?
Kitabının adı ve içeriğindeki tezatla okuyucuya sağlam bir şamar atan filozof Arthur Schopenhauer’ın Mutlu Olma Sanatı’ndan bahsetmemiz gerekiyor. Bu, anne sorunları olan seksist filozofun mutluluk üzerine söylediği birkaç şeye bakalım.
“Mutluluk diye bir şey yoktur, daha az mutsuzluk vardır.”
Düşünün. Gerçekten mutluluk kavramı kapitalist sistemin bize dayattığı bir illüzyon mu? Reklamlarda oynayan üstü başı temiz ve düzenli hayatlar yaşayan dört kişilik aile gerçek mi? Daima çocuklardan biri kız diğeri oğlan olan, başarılı ve “mutlu” iki yetişkin mi olacak?
“Dünya akılsız anlaşılmaz disiplinler üzerine kurulu nedenselliklerin olduğu bir yer mi?”
“Münferit hiçbir şeyin ebedi olması tasarlanmamıştır; önünde sonunda ölümle yutulur.”
Arthur Schopenhauer’a ait bu sözlere bakarsak, dünyayı kolektif bilinç mi kurtaracak? Bizim ayağımızı bağlayıp gözümüzü oyan aile, toplum gibi kavramlar kapının dışındaki canavarlardan bizi koruyarak hayatta kalmamızı mı sağlıyor? Hakikaten, samimiyetle soruyorum. Belli aralıklarla bilinçli bilinçsiz, hayatını masaya yatırıp bön bön bakan kaç kişiyiz? Benimle olan elini kaldırsın.