İslam'sız direniş yok


Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı (BKSV) tarafından bu sene 11.’si düzenlenen Boğaziçi Film Festivali 8 Aralık Cuma gecesi başladı. 16 Aralık’ta son bulan festivalde Filistin gündemi önemli bir yer tuttu. Festival programında Filistin Filmleri başlığı altında 7 film bulunuyordu. Bunun yanında festivalde sergilenecek belgesellerden bazıları konu itibariyle dikkat çekti. Özellikle Diyarbakır Anneleri’nin mücadelesini anlatan Sesler ve Yüzler, TDV İslam Ansiklopedisi’nin hikayesini anlatan Hep Otuz Üç Yaşında, Suriye iç savaşından farklı hikayeleri sergileyen Meryem ve Kedi Adam belgeselleri konu itibari farklılık gösterdi.

Farklılık gösterdi, dikkat çekti çünkü geçtiğimiz sene Boğaziçi Film Festivali, ödül töreninde yaşanan bir tartışma ile meşhur olmuştu. En iyi yönetmen ödülünü Karanlık Gece filmi ile kazanan Özcan Alper, ödül konuşmasında Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya selam göndermişti. Fincancı TSK’nın Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullandığına dair iddiaları ile gündemdeyken gönderilen bu selama karşı oyuncu Burak Haktanır tepki göstermiş ve ortalık karışmıştı. Sonrasında en iyi film ödülünü kazanan yönetmen Selcen Ergün’ün Haktanır’a, bağırmasının çok eril bir şey olduğunu söylemesi ile de ortalık iyice gerilmişti. Uzun süre sosyal medyada döndü bu yaşananların videosu. Gerek vakıf gerekse de festival için yaşananlar etkili olmuş ki bu sene festival filmleri seçilirken daha dikkatli davranılmış. Hayırlısı olmuş diyelim.

Festivali ve yaşananları bir kenara bırakmak gerekirse özellikle prestijli bir film festivalinde Filistin Filmleri başlıklı özel gösterimlerin yapılması, özellikle içinde bulunduğumuz gündemde oldukça değerli. Filmler gerçekliği hem görsel hem işitsel hem de edebi olarak müşahede edebildiğimiz eserler. Modern dönemde ulus hikayelerinin inşasında sinemanın en işlevsel araçlardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Bugün halen daha çeşitli devletlerce meşru addedilen bir İsrail varsa bunun en önemli mimarı olabilir. Filistin direnişinin haklılığını yayacak olan da yine Filistinlilerin hikayelerini ve çatışmalarını anlatan filmler olacak. Bu saikle sinemanın Filistin davası için önemini ayrıyeten ortaya koymak gerek. Fakat işin içinde sakil kalan bir yön de var. Bu yazıda elimden geldiğince ona değineceğim.

Festivalin açılışında Oscar adayı ve BAFTA ödüllü Filistin asıllı İngiliz yönetmen Farah Nablusi’nin The Teacher/ Öğretmen filminin gösterimi yapıldı. Film Batı Şeria’da geçiyor. Olay protestolara katılması sebebiyle hapse atılan bir çocuğun hapisten çıkınca evinin yıkılması ile başlıyor. Çocuğun hayata bağlanmasını isteyen öğretmeni, kardeşi Adam ve İngiltere’den bir sivil toplum kuruluşu ile geldiğini anladığımız bir kadın diğer başrolleri oluşturuyor. İşgalin sağladığı sıkışmışlığı başarılı bir şekilde yansıtmış yönetmen. İnsanların güvenlik sebebiyle bekletilmesi, çocuklara verilen hapis cezaları, mahkemelerin taraflı yargılaması film boyunca ara ara gösteriliyor. Özellikle filmin başında evin yıkılması, ailenin çaresizliği ve akabinde zeytin bahçelerinin yakılması seyirciyi hikâyenin içine alıyor.

Film bittikten sonra öncelikle ne kadar başarılı bir iş olduğunu düşündüm. Fakat filmin beni tatmin etmeyen ve hatta rahatsız eden bir yanı da vardı. Film boyunca adeta bir melek olarak tasvir edilen İngiliz kadın mesela bir parça rahatsız etti beni. Çünkü bu topraklara bir savaş geldiyse bunu İngilizler getirmişti. Bugün İsrail diye bir devlet varsa bunun da baş sorumlusu yine İngilizlerdi. Ve Filistin asıllı İngiliz yönetmenimizin filmin içine koyduğu melek İngiliz kadın bana pek de sevimli gözükmüyordu. Ama sadece bu değil. Filmde sakil bir taraf daha vardı. Bunu da filmden çıkan birkaç kişi ile konuşunca daha iyi teşhis ettim. Filimde İslam’a ilişkin hemen hiçbir şey yoktu!

Ara ara sokaktan duyulan ezan sesleri ve Filistin’de çekilmesi sebebiyle birkaç mütesettir kadın dışında İslam’a ilişkin hiçbir şey göremedik filmde. Rehine takasları, operasyonlar, protestolar filmin ana hikayesi içindeydi. Ancak direnişe ait bu unsurlar o kadar seküler bir formda anlatıldı ki film gerçeklikten beslenerek gerçek olmayan bir anlatı kuruyordu. İslamsız bir direniş, seküler bir Filistin davası. İşte bu tam, sözde evrensel değerler üzerine inşa edilen bir anlatı. Bu anlatı bize her hafta bilmem ne Avrupa kentinde toplanan kalabalıkları, bilmem hangi dünya üniversitesinde Filistin nutku atan gençleri gösteriyor. Peki bu anlatı Filistinlilerin hikayesi mi?

7 Ekim’den beri yaşananlar, daha önce Şeyh Cerrah olayları sonrasında Seyf’ul Kuds harekatında yaşananlar, daha da önce Mavi Marmara’da yaşananlar, bizlere apaçık bir şekilde gösterdi ki; film nerede çevrilirse çevrilsin hikaye Gazze’de geçiyor. Gazze; yani ölüme şehadet, canlarına emanet olarak bakan insanların vatanı. Bu ufak toprak parçası sadece Filistin için değil tüm dünya için yeni bir hikâye yazıyor. Ve bu hikaede evrensel vicdanın, insan haklarının, uluslararası hukukun yeri yok. Bu hikâye Hakk’ın ve batılın apaçık hikayesi. Bu hikâyeyi anlatmayan her film, her yazı her şiir gerçeğin bir yönünü, en can alıcı yönünü gizliyor. Yani yalan söylüyor.

Etiketler
11. Boğaziçi Film Festivali Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı Eyüp Ensar Avcı Sinema Sanat Festival Eleştiri sinema eleştirisi Filistin Gazze 7 Ekim