Sevgilerimiz ümitlerimizle birleşince düşünce dünyamızda içinde yaşadığımız ülke hakkında bir sonuca varırız. Ülkemiz diye bildiğimiz şey gerçek bir toprak parçası ve onun üzerinde yaşayan gerçek insanlar olmaktan çıkar o zaman. Ne varsa sevdiğimiz, değişmesi ve istediğimiz gibi olmasını beklediğimiz, ümit ettiğimiz ne varsa, yalnız onlar bizim ülkemiz içindedir artık. Elbet, sevmediklerimizden hareketle sevdiklerimize, kınayıp kötülediklerimizden uzaklaşma duygusuyla ümitlerimize ulaşmış olabiliriz. Bununla birlikte “ülkem” dediği zaman insan hep güzel, hep iyi vasıflarıyla bir toprak parçasına, o toprağın insanlarına atıf yapar. Bu ister istemez bir düş ülkesidir. Kısacası, sevgi ve ümitten inşa edilen ülke bir yok-ülkedir.
Türkiye bizim ülkemizdir dediğimiz andan itibaren sevgilerimize muhatap olan kısmı müktesebimiz sayar, beğenmediğimiz özellikleri de ümitlerimize havale ederiz. Bu yüzden Türkiye’de birçok Türkiye var. Senin Türkiyenle benimki aynı ülke değil, çünkü senin bu ülkede değerli, korunmaya lâyık saydıklarını, ben zararlı ve değiştirilmesi gerekli görüyorum; benim vazgeçilmez kabul ettiğim birçok özelliği sen vazgeçilmezse mahvımıza sebep diye görüyorsun. Bütün bunlara rağmen ikimiz de ister istemez biliyoruz ki bu ülkedeyiz, hatta bu ülke olmaksızın biz olamayız. En azından şimdiki biz olamayız.
Yok-ülke bizi uzlaşmaz, çatışmacı, totaliter, düşman kılıyor. Yok-ülke bizi birbirimizin gözünde yok ediyor. Sevgilerimizden, ümitlerimizden vazgeçmeksizin birbirimizin gözünde yok ediyor. Sevgilerimizden, ümitlerimizden vazgeçersek kendimiz kendi gözümüzde nasıl var olabiliriz? Hem sonra uzlaşmacı olmak niçin? Kötü bildiğimizle niçin çatışmayalım? Niçin kendi hükmümüzü yürütmekten vazgeçip düşmanlarımızın da hükümran olabileceği bir ortamı besleyelim?
Önce sevgi ve ümitlerimizin niteliğini anlamaya çalışalım. Sevgilerimiz basitbir korunma güdüsünün devamı ise yani açıkta kalmamak için bazı şeylere ve bazı kişilere bağlanmayı seçmişsek, bu tür sevgi gerçek ülkemizi kabul ederek sevmemize engel olacaktır. Çünkü sahip olduğumuz korunma duygusu “düşman” esas kabul edilerek içimizde yer etmiştir. Bu durumda sevgi duyduklarımız gerçek dostlarımız olmaktan çok düşmana karşı bizimle birlikte olanlardır. Ötekilerle birlikte olmaktan kaçtığımız için bunlarlayızdır. Sevgimiz mecburiyetimizle karışmıştır ve büyük ölçüde düşünce ürünüdür. Halbuki dostlarımızla birlikte olmak istediğimiz için ötekilerden uzak durmuş olmalıydık.
Ümitlerimiz bir türlü mevcut durumda rahatlık bulamamanın uzantısı ise, yani ümit etmeyi bir kaçış olarak benimsemişsek böylesi ümitler gerçek ülkemiz adına ümit etmemize engel olacaktır. Çünkü gerçekten varılacak yeri değil, bulunduğumuz yerden kaçışı esas almakla işe başlamışızdır. Gerektiğinde mevcut durumda da rahat edebileceğimiz halde ve hatta bu rahatlığa rağmen yeni bir alana geçmeyi ümit ettiğimizde, beklentilerimiz, kendimizi ve çevremizi tahrip ederek bir kurtuluşa varmayı değil, elimizde olanların değerini bilmek ve artırmak isteğini kapsamı içine alır.
Dostluğu ve dostları düşmanın amansız gücüne karşı bir silâh olarak düşünmek yerine, dostluğu ve dostlarını benimsediği için kaçınılmaz düşmanla çatışan biri durumunu göze almak esastır. Esas olmalı. Ümit, buhrandan kurtulmanın herhangi bir çaresi olarak hayatımızda yer tutacağına, her an işleyiş gösterebilen bir derinlik olarak hayatımızda yaşamalı. Ümit ettiğimiz için ferahlamak değil, ferahlayabilme yeteneğini gösterdiğimiz için ümit etmek.
Sonuç olarak denilebilir ki sevgi ve ümitten (bu iki duygu derin ve yüce anlamlarını kazanabilirse) bir yok-ülke özlemi türetmekten vazgeçip sevgi ve ümidin de içinde yer aldığı, ama içinde bütün insan duygularının kaçınılmaz olarak yer sahibi olduğu bir gerçek ülkede yaşamak mümkündür. Bu ülke bizim için Türkiye’dir. Modern ve antik, türbedar ve ikonoklast, Selçuklu ve Babai, mürted ve sadık, müşrik ve mümin, batılılaşmış ve doğulu kalmış, hayranlık verecek derecede güzel, tahammül edilmez ölçüde çirkin: Bizim. Ve gerçek.
İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak, Risale y., 1986, s. 184-186.