Kemal Tahir'e açık mektup


Kıymetli üstadım,

Size yazmak istedim çünkü anlatacaklarımı en iyi sizin anlayacağınızı biliyorum. Beni dinleyeceğinizi, sözlerimi ciddiye alacağınızı, sözümü kesmeyeceğinizi, benimle alay etmeyeceğinizi ya da beni küçümsemeyeceğinizi biliyorum. Beni başınızdan savmayacağınızı yani benden kurtulmaya çalışmayacağınızı da biliyorum. Bu duyguyu bana siz verdiniz çünkü. Aramızdaki bağı siz kurdunuz, bizler için sığınılacak liman, çalınacak kapı olmayı siz kendiniz istediniz. İlk seven taraf da siz oldunuz üstelik. Biz sizin kitaplarınızı okumaya başladığımızda, siz bizi çoktan sevmeye başlamıştınız zaten. Bizim için yazmıştınız ne yazdıysanız.

Ben sizi ilk sevmeye başladığımda ise lise birinci sınıftaydım. Belki çocukça bulacaksınız ancak daha yazdıklarınızı okumadan fotoğrafınızdan sevmiştim. Siyah beyaz fotoğraflarda gördüğüm yüzünüz, karşıma geçmiş gülümsüyordu bana adeta. Bazı fotoğraflarda yalnızdınız, bazılarında ise yanınızda Nazım Hikmet ya da Hikmet Kıvılcımlı gibi mahpushane arkadaşlarınız vardı. Fotoğraflardan birinde elinizde bir saz vardı hatta. Önce o güzel gülümsemenizi görmüş, sonra yazdıklarınızı okumaya başlamıştım. Hiç unutmam, ilk okuduğum kitabınız Yorgun Savaşçı’ydı. Daha sonra ise Esir Şehrin İnsanları, Kurt Kanunu, Yol Ayrımı, Bozkırdaki Çekirdek. Devlet Ana’yı ise çok daha sonraları okumuştum nedense.     

İtiraf etmem gerekiyor ki yazdıklarınızı okumak kolay değildi. Geceleri uyumadan önce öyle yattık yerden falan okunacak romanlar değildi hiçbirisi. Şimdiye kadar bize öğretilen her şeyi sorgulayacak cesarete sahip olmamız gerekiyordu. İttihatçılar, Osmanlı, Cumhuriyet, batılılaşma serüvenimiz, Marksizm’i okuma biçimlerimiz, mücadele edilmesi gereken onca ezber ve insan. Size dostça yaklaşanlar ve arkanızdan kuyunuzu kazarak, size düşmanlık edenler. İkinci grup, çok daha kalabalıktı biliyorum. Soğuk savaş yıllarının iki cepheli Türkiye’sinde, sol bir türlü dişini geçiremezken size, sağ ise kimliğinizden dolayı görmezden geliyordu sizi. Oysa hayatınızın 13 senesini kesintisiz olarak hapishanelerde geçirerek, sizi eleştirenlerden çok daha fazla bedel ödemiştiniz aslında.

Sevgili Üstadım,

Size yazmak istedim çünkü siz Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin bütün ıstıraplarıyla boğuşmak zorunda kalmışken, vefatınızdan 50 sene sonra bizler bugün başka bir dertle boğuşuyoruz. Ve bize bıraktığınız fikir çilesinin üstüne eklenmiş başka bir kamburun ıstırabını çekiyoruz şimdi. Konuşurken bir elimle yüreğimi kapatmak âdetim değildir, diye yazmıştınız ya bir keresinde, bizler de yüreğimizi kapatmadan konuşmak istiyoruz. Siz soğuk savaş döneminde nasıl namuslu kalabildiyseniz, biz de 2000’li yıllarda namuslu kalmaya çalışıyoruz.

O büyük savaş meydanından geriye kalanlarız biz. Sağ kalanlarız. Gidişinizin ardından 70’ler, 80’ler ve 90’lar boyunca ölülerimizi gömdük. Türk diye öleni de gömdük, Kürt diye, Müslüman diye, sağcı ya da solcu diye öleni gömdük. Ama bu topraklara aidiyetimizi korumaya çalıştık daima. Gitmeyi hiç düşünmedik. Her şeyi arkamızda bırakmayı istemedik. Gidecek başka bir memleket hayal etmedik. Uzaklarda başka bir hayat da. Yeniden başlayacaksak da burada başlamalıydık. Elli kere, yüz kere de olsa burada. Öyle geçirdik tırnaklarımızı bu topraklara. Ne iktidar istedik ne daha fazla güç ne de makam ya da mevki. Tıpkı sizin gibi yazarak ve konuşarak haysiyetimize sahip çıkalım istedik sadece. Bozkırdaki çekirdeğin yeşermesini önlemek için pusuda bekleyen güçler var, demiştiniz. Ve eklemiştiniz; “Çünkü onların varoluşu, rahat yaşaması, bozkırdaki çekirdeğin yeşerip serpilmemesine bağlı.” Yazarak, bozkırdaki o çekirdeğin yeşerdiğini görmek istedik, bunun kavgasını verdik. Pusuda bekleyen kötüler rahat yaşayamasınlar istedik. Yazmak, bizim kendimizi savunma biçimimizdi. Geçmişin intikamını alma biçimimizdi. Anadolu’da ocağı söndürülen evlerin intikamı mesela. 45 derece sıcağın altında günde 16 saat ırgatlık edenlerin intikamı, kendi elleriyle evlatlarını toprağa veren ana babaların intikamı, babasız kalan çocukların intikamı, bu topraklarda haysiyeti kırılan, canı acıtılan her kim varsa intikamı almak için yazdık. Yazdığımız yazıların, şiirlerin, hikayelerin ya da romanların alt metninde hep bu duygu vardı bizler için.

Ancak suret-i haktan görünen işbirlikçilerin, hepimizin gözü önünde Anadolu’nun binlerce evladını devşirmesine mâni olamadık. Gücümüz yetmedi ve bütün o anlarda, bizdeki anlamınız öylesine büyüdü ki. Birçok yazar-şair, biraz menfaat uğruna bu alçakların peşine takılırken, sizi hatırladık biz. Sizi özledik. Kemal Tahir okuyanlarla, okumayanlar arasındaki ayrım iyice belirgin hale gelmişti. Çünkü siz, bize sadece geçmişi ve kendi döneminizi anlatmamış, geleceğe dair de pek çok ipucu vermiştiniz. Bir tür panzehir olmuştunuz bizim için. Onların kurdukları düzeni gördükçe, tıpkı Esir Şehrin İnsanları’ndaki Kamil Bey gibi ana avrat sövme ihtiyacı duyduk. Çıkardıkları dergileri, gazeteleri, kurdukları yayınevlerini ve sahte ilişkileri gördükçe yeterince küfür bilmediğimiz için bunaldık. Yeteneksiz yazar ve şairleri, sırf yanlarında oldukları için yücelttiklerini gördüğümüz zaman da... Yapıp ettikleri her şey çok canımızı sıktı.

Asla içinde yer alabileceğimiz bir düzen değildi bu. Bizden, bize ait ne varsa çalmak istiyorlardı çünkü. Kimliğimizi, haysiyetimizi, aklımızı, namusumuzu. Bizi aldatmak için şeytani bir formüle sahiptiler. En yaralı yerden yani dinden yaklaşıyordu. Ve Türk edebiyatının en kritik yol ayrımıydı bu. Onlardan aldıkları destekle daha fazla tanınır olmak, birkaç uyduruk ödül almak için kaleminin namusunu satanlarla, bu topraklarda kimseye râm olmadan haysiyetiyle yazmaya devam etmek isteyenlerin, arasındaki büyük bir yol ayrımıydı.

Kıymetli üstadım,

Hangi kitabınızdaydı hatırlamıyorum ama sizden kalan bir söz var zihnimde. Alçak insanlar yükseldikçe, alçaklıkları da o ölçüde artıyor! 15 Temmuz 2016 gecesi, bu toprakların şimdiye kadar gördüğü en alçakça ihaneti yaşadığımız zaman tekrar hatırlamıştım bu sözü. O gece, bu zamana kadar sürekli dayak yemiş olan bizlerin, ilk kez bir kavgadan galip çıktığımız geceydi. Allah’ın varlığına bir kez daha imân ettiğimiz geceydi. Hangi mazlumun duasını aldık, kime iyilik ettik de kurtulduk? diye kendimize sorarak, ellerimizi semâya açtığımız geceydi. Mezarınıza koşup “kurtulduk” diye haykırasım gelmişti ertesi gün. Böylesi bir müjdeyi duymayı en çok hak eden sizdiniz çünkü. Ve “Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun” diyen Akif. Akif’in kabrine gittim ancak sizinkine gelemedim, affedin beni.

O büyük yol ayrımının kazananı biz olmuştuk. Onlarla iş tutanlar, onların diliyle konuşanlar, onların kibrini, küstahlığını kolayca sahipleniverenler, onların dergilerinde-gazetelerinde yazanlar, onların sayesinde kitaplarını yayınlatanlar değil biz olmuştuk. İnanabiliyor musunuz? Bilmem hangi ülkenin istihbarat örgütlerinin kapalı kapılarının arkasında, karanlık odalarında yapılan planların üstesinden gelmişti sizin hapishanelerinde yattığınız Anadolu’nun evlatları.

Şimdi size sormayı çok istediğim bir soru var. Siz olsanız affeder miydiniz, sevgili üstadım? Bize bu büyük alçaklığı yapanların son ana kadar yanında duran yazar ve şairlere merhamet eder miydiniz? 15 Temmuz gecesinden sonra birden ağız değiştirerek, hiçbir şey olmamış gibi yüzsüzce aramızda dolaşan ve bir süre sonra tekrar dergilerimizde yazmaya, televizyonlarımızda program yapmaya devam eden insanlara güvenebilir miydiniz? Onların yazdıklarını okuyabilir, söylediklerini dinleyebilir miydiniz, nolur söyleyin?

Küçük beyinli ihtirasların sebep oldukları büyük felaketlerin affı nasıl olabilir? Biliyor musunuz, acaba fazla mı gaddarca düşünüyorum diye defalarca kendimi sorguladım bu konuda. Acaba haksızlık mı ediyorum, diye saatlerce düşündüğüm oldu. Ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, zerre kadar yumuşamadı kalbim. Bende uyandırdıkları o korkunç histen kurtulmayı başaramadım. Ortak oldukları büyük günahı çıkaramadım aklımdan. Arsızlıklarını, riyakarlıklarını unutamadım. Hem cinayete ortak olup hem de taziye evine helva yemeye gidenler gibi…Sonradan girdikleri zavallıca halleri sindiremedim. Hürlüğün hiç aşınmayan iki ana dayanağı vardır: Çile çekme gücü ve azla yetinebilme alışkanlığı, demiştiniz siz. Birer yazar-şair olarak, çile çekmeyi ve azla yetinmeyi göze alamayışlarını affedemedim. Medine’yi çekirge yiyerek müdafaa eden bir neslin evlatlarının, üç kuruşluk menfaat uğruna oturdukları sofraları unutamadım. Böylesine alçalmalarını, sırtımıza sapladıkları bıçağı ve sonradan hiç bedel ödemeden karşımıza geçerek hepimizi aptal yerine koymaya çalışmalarını hazmedemedim bir türlü. Bedeni yüzlerce yarayla dolu Anadolu topraklarına bu yaptıklarını kabullenemedim. Ellerinden tutarak onları tekrar yanımıza getirmeye çalışanların cüretini ve şuursuzluğunu ise hiç anlayamadım. Utanmak gökyüzüne mi çekildi, diye sormuştunuz bir keresinde. Şimdi bu kez biz size sormak istiyoruz. Görmüyoruz, anlamıyoruz sanıyorlar. Oysa her şeyin farkındayız. Utanmak gökyüzüne mi çekildi ki, sevgili hocam?           

İnşa etmeye çalıştığımız güzel olan ne varsa yıkmak için uğraşanlara karşı sabrımız tükendi artık. Aynı hissi siz de yaşadınız mı bilmiyorum ama hepimiz olduğumuzdan çok daha yaşlıyız aslında. Koca bir tarihin ve geçmişten kalan kapanmamış onca hesabın yükü var omuzlarımızda. Ağır bir yol yorgunluğu çekiyoruz. Büyük bir söz ve düşünce ustası olan sizin karşınızda derdimi tam olarak anlatmaktan öyle çok korkuyorum ki aslında. Ama bir derdimiz ve davamız var, kıymetli hocam. Artık mutlu olsun istediklerimiz ve tarihin çöplüğüne göndermek istediklerimiz var. İhaneti affetmek istemiyoruz. Merhameti hak etmeyenlere, merhamet etmek istemiyoruz. Aynı uçurumun kenarına tekrar gelmek istemiyoruz. Ar damarımız çatlasın istemiyoruz. Tek silahımız ise kalemimiz. Biz, bizi yitirmek istemiyoruz, yazarak kendimizi muhafaza etmek istiyoruz. Bir şiirde, bir hikâyede, bir romanda tekrar tekrar kendimizi bulalım istiyoruz. Kalemin namusuna, sözün haysiyetine sahip çıkalım istiyoruz.

Siz de daima bunu istediniz, biliyoruz sevgili hocam. Sevmek, ıstırap çekmekmiş, derler. Sevmek, gidecek başka bir kapı aramamakmış. Biz sonuna kadar buradayız. Her şeye rağmen buradayız işte. Sizin bir zamanlar geçtiğiniz yollardan geçiyoruz, sizinle aynı sokaklarda yürüyoruz. Görüyorsunuz değil mi?

Etiketler
Kemal Tahir Anlam Mektup Arayış Kabulleniş Eleştiri Peren Birsaygılı Mut Devlet Ana Yorgun Savaşçı Kurt Kanunu Esir Şehrin İnsanları Ketebe Yol Ayrımı