Kendini pratikte cevaplayan soru: Nedir bu felsefe?
“Nedir bu?” sorusu gündelik hayatta ya bir merak ya bir şaşkınlık ya da bir kızgınlık anında dilimizden dökülen sorulardandır. Bu soruyu ifade etmemize yol açan bütün duygular spektrumunu bu üç şıkka indirgeyebiliriz herhalde. Bazen, yani bazı durumlarda merak ile şaşkınlık, şaşkınlık ile kızgınlık, merak ile kızgınlık da bir arada görülebilir bu sorunun telaffuzunda. Ama bu üç ruh halinin birden aynı anda oluşması pek muhtemel görünmüyor bana. Bu üç duygusal durumun her birine birden bir pay vermemizi gerektirecek, onların “ortak paydası” olduğunu ileri sürebileceğimiz bir hâl tasavvur edemiyoruz genelde.
Sorunun baskın olarak merak içeren edasında arkadaşımızın elinde tuttuğu nesnenin yahut içinde olageldiği halin ne olduğunu, neye yaradığını ya da yarayacağını sormaktayızdır. Şaşkınlık içeren boyutta ise karşılaştığımız durumdaki garipliğe dikkat çekmekte, bu durumu anlamlandırmakta çektiğimiz güçlüğü dile getirmekteyizdir. Sorunun telaffuzunda kızgınlık tonunun ağır bastığı durumda ise muhatabımızı paylamaktayızdır. Onun içinde bulunduğu hali ya da yaptığını düşündüğümüz kötü eylemi bu paylama eşliğinde sorgularız genelde. Bazen, şaşkınlık bulaşmışsa eğer paylama ve sorgulamamıza, muhatabımızın içinde bulunduğu hali ya da ifa ettiği fiili ona yakıştıramadığımızı da ifade ediyoruzdur bir şekilde. Böyle durumlarda “Nedir bu halin?” sözleri muhakkak bir surette sadır olacaktır bizden.
Sorunun meraklı bir tonda soruluyor olması halinde ona verilecek cevabın diğer şıklara nazaran nispeten kolay olduğu görülür. Arkadaşımız/muhatabımız elinde tuttuğu nesnenin ya da yaptığı eylemin ne olduğunu, neye yaradığını bize açıklar ve biz sorumuzun cevabını alırız böylelikle. Fakat şaşkınlık ya da kızgınlık anlarında dile getirilen soruya aynı kolaylıkla bir cevap vermekte epey müşkül duruma düştüğümüzü de fark ederiz. İçinde bulunulan hali anlayabilseydik eğer, belki de “Nedir bu?” diye sormaya gerek duymazdık. Beklenebilir bir şey olurdu o hal, bizde şaşkınlığa yol açmazdı. (Yeri gelmişken, şaşkınlık illa beklenmeyen durumlarda yaşanan bir duygu hali değildir, beklenebilir ama abartılı ya da katlanılamaz olduğunu düşündüğümüz durumlara da şaşırırız. Kısaca şaşkınlık, “hayatın olağan akışı” olarak bildiğimiz şeyin dışına düşen her anda, bu “dışta kalmışlık hali”ne düçar kalmamız hasebiyle hayatın olağan akışına dahil olan bir ruh durumudur.) Gerçekte, bu soruyu sormamız bir cevap beklediğimizden değildir. Muhatabımıza sadece şaşkınlığımızı ya da kızgınlığımızı ifade etmekteyiz, onu ya da kendimizi hayatın olağan akışına avdet etmeye davet etmekteyizdir.
Peki “Nedir bu felsefe?” dediğimiz andaki halimiz? Bir şaşkınlık durumunda mıyızdır ya da bir kızgınlığımızı mı dile getiririz? Yahut meraktan mı sormaktayız bu soruyu? Felsefenin bir eşya ya da somut bir eylem sonucu ortaya çıkmış bir hal ya da durum olmadığı besbellidir. Bir “durum” bile değildir handiyse. Felsefenin bir “olay” olduğunu da söylemeye kendimizi pek yakın hissetmeyiz. Bir nesne, bir durum ya da bir olay değilse nedir felsefe? Sahiden nedir bu felsefe? Tek tek saydığımız şıklardan olmamasına karşın belki de hepsinin bir toplamı gibi değerlendiririz felsefeyi: Hepsinden, demem o ki nesne, durum ve olaydan mürekkeptir belki de. Farklı farklı nesne, durum ve olay içeren felsefelerle karşılaştığımızda bir karara varamayız bir türlü.
Kullandığımız “bu” sıfatı her ne kadar ilkin somut bir nesne, durum ya da olaydan bahsettiğimiz kanaati uyandırsa da bu “somutluğun” doğrudan ne’liğini/mahiyetini, bir yerde ayırt edici karakterini sorguladığımız felsefeye değil de bizim sormamıza ait olduğunu da fark ederiz çünkü. Felsefe değil, sorumuzdur somut olan. (Bu fark edişimiz elbette ayırt edici karakterini sorguladığımız felsefeyi hemen doğrudan “soyut” ya da “belirsiz” olarak belirlememize imkân tanıyor görünse de bu belirleyişin hep meşkuk kalacağı da aşikardır.)
Bu durumda sorumuzu, sorgulama şeklimizi düşünmeliyiz: Soruyu kızgınlık ya da şaşkınlıkla mı soruyoruz yoksa merakla mı? Bu soruyu sorarken olanca sakinliğimizi ve metanetli halimizi kuşanmaya gayret ettiğimizi söyleyebiliriz genelde. Bu durumda gayet ciddi bir şekilde ne bir kızgınlık ne de bir şaşkınlık içinde olmaksızın, merakla soruyoruz. Sahiden “nedir bu felsefe?” Hemen söyleyelim: Bu soruyu soran ne ilk kişiyiz ne de son kişi olacağız. Sürekli soran, sorulan bir şeydir bu. Bazen doğrudan “felsefe nedir”dir soru, bazense bizim sorduğumuz gibi “nedir bu felsefe” demek tercih edilir. Bazen kavram oluşturma sanatı olarak nitelenir bazen başka şekilde verilir cevap. Biz bu cevapları yine felsefe içinde kalarak üretilmiş cevaplar addediyor ve onların yeni sorulara yol açtığını öne sürüyoruz ilk soruyu sorarak halbuki: Nedir bu felsefe, bu kavram oluşturma sanatı denen şey? Kendi kendini cevaplayan bir soru mudur yoksa o?
Sözgelimi 1947’ye yayınlamış Filozoflara Göre Felsefe kitabının önsözünde Hamdi Ragıp Atademir, “her yerdekinden fazla olarak bizim memleketimizde felsefe bir edebi disiplin, bir nevi retorik sayılmakta; bir takım filoloji ve tarih bilgileri yanında öğrenilebilecek ve öğretilebilecek bir bilgi olarak alınmaktadır. Böylece bir çoklarınca felsefe bir lüks ve fantezi bilgi, bir nevi bilgiçlik taslıyanların aleti ve sığnağı olmuştur… felsefe tamamiyle insani bir bilgi; tamamiyle insanın istek ve fiilleriyle, duygu ve düşünceleriyle, konularının bütünlüğü içinde insanın bilgisi, tek bir kelime ile yüce hakikatın bilgisidir” diyerek felsefeyi tamamen bilgi sayar. (Atademir’in dili, tipo baskıdan kaynaklı bazı dizim hataları ayrı tutularak, alıntıda olduğu gibi korunmuş, dilimizin 1947’den günümüze geçirdiği değişiklikler de böylece gösterilmeye çalışılmıştır.) Atademir, yedi Yunan hâkimden Bergson’a kadar kitabında hemen birçok filozofu tanıtır, onların sözlerini alıntılar. O alıntılar felsefenin aksiyon ve bilgi olduğunun ispatıdır da. Aksiyon, yani etik (eylem ve ahlak.)
Sözümüzü keserek son bir adım atalım ve konuyu kapatalım: Felsefe, onu ne sayarsak sayalım, bizzat kendisini icra etmeden ne’liğini/mahiyetini belirleyemeyeceğimiz bir uğraştır.