Marat yahut halkın gerçek dostları
Lise birinci sınıftaydım. O sene birkaç arkadaş âdet edinmiştik, devlet tiyatrolarındaki bütün oyunlara gidiyorduk. Konak Sahnesi hem evlerimize yakındı, yani gidip gelmesi kolay oluyordu, hem de bilet fiyatları ucuzdu. Bu sırada, üzerimizde çok büyük bir iz bırakan Sivas olayı olmuştu. 3 gün sonra da Başbağlar katliamı. Tuhaf ama bende Başbağlar katliamına dair hiçbir iz yoktur mesela. Sivas olayını duyduğum ân ise, nerede olduğumu, evde hangi koltukta oturduğumu hatta o esnada içtiğim meyve suyunun markasına bile hatırlıyorum da, Başbağlar katliamına dair zerre kadar bir şey kalmamış zihnimde.
Her neyse, biz bir yandan memlekette olup bitenlere dertlenirken, bir yandan da tiyatro konusunda neden bu kadar gayrete gelmiştik bilmiyorum ama sahnelenen her oyuna gitmeye devam ediyorduk. Bir gün Marat isimli bir oyuna gittik. Ne yalan söyleyeyim, ben Marat kimdir, necidir bilmiyordum o âna kadar. Fransız Devrimi’yle alakalı birisi olduğunu bile bilet alırken oyunun broşüründe görmüştüm.
Perde açıldığında, karşımızda yumruğunu havaya kaldırmış, meydanlarda La Marseillaise falan söyleyen birini beklerken, banyoda küvette, suların içinde oturan bir adam olarak çıktı karşımıza Marat. Gülmeyin, bir deri hastalığına yakalanmış, küvette oturmasının sebebi buymuş. Bütün zamanını o küvetin içinde geçiriyor, orada bir şeyler yazıyor çiziyor, Halkın Dostu isimli bir dergi çıkarıyor, hatta misafirlerini bile orada kabul ediyordu. Bir de ağzı laf yapan birisi ki, o hasta haliyle küvetin içinden bir nutuklar çekiyor gelene gidene. Devrimin ılımlı kanadını temsil eden Jirondenler’e kafayı takmış, onlarla kavga ediyor sabahtan akşama kadar.
Daha önce yargılandığı bir mahkemeden çıkarken, kalabalığa dönüp “En az 100.000 kişinin kellesini istiyorum,” diye bağırmış. Öyle de özgüveni yüksek birisi yani. Ama benim en çok canımı sıkan Lavoisier konusu olmuştu. Antoine Laurent Lavoisier isminde, modern kimyanın babası diye adlandırılan bir adam var. Bir ara, bilimsel bir tartışmadan yola çıkarak ona kafayı takmış. Ve gazetesinde onun aleyhine bir kampanya başlatarak, Lavoisier’in tutuklanıp giyotine gitmesini sağlamış. Adamcağız başına gelenler yüzünden o kadar şaşkınmış ki, giyotine giderken kaldığı yeri unutmamak için okuduğu kitabın arasına ayraç koymuş.
Max Scheller, meşhur kitabı Hınç’ta (Ressentiment) 1912 senesinde Berlin yakınlarında yaşanan tuhaf bir olayı anlatıyor. Kimliği belirsiz birileri, yolun iki yanındaki ağaçların arasına arabayla ya da motosikletle gelip geçenlerin kafası kopsun diye görünmez bir tel çekmişler. Artık kime denk gelirse onun kellesi gidecek. Örgütlü bir akıl işi olduğu kesin, arkadaşlarınızla kendi kendinize otururken “gidip şu yollara da bir tel çekelim” demezsiniz herhalde.
O tiyatro sahnesinin ışıkları söndükten ve dışarı çıktıktan sonra çok insan tanıdım ben. Hepimiz tanıdık. Bütün masumiyetleriyle kendilerini bir davaya adayan kızlar ve erkekler gördük. 70’lerde, 80’lerde ve 90’larda öfkelenmek için öyle çok sebebimiz vardı ki. Bir şeylere kızmak ve kavga etmek için daha uygun bir ortam olamazdı herhalde. Solcu gençler, İslamcı gençler ve ülkücü gençler… Sokaklar, gözünü karartmış halde etrafta dolaşan gençlerle doluydu. Ama en yetişkin olmaya çalıştıkları hallerinde bile çocuksu bir tarafları vardı hepsinin. Ne kadar öfkeli olsalar da yüzlerindeki o temiz ifade kaybolmamıştı.
Bunun sebepleri üzerine çok düşündüm ve bir kanıya vardım. Çünkü yöntemleri yanlış olsa da halkı seviyorlardı. En tehlikeli ve aptalca işlere kalkışırken bile sevgileri sonsuzdu halka. Başımdan geçen bir olayı anlatmam gerekiyor burada. Bir gün arkadaşlarımdan birisi ile ellerimizi yıkıyorduk. Ben elimi yıkarken musluğu kapatmamışım. Bir yandan ellerimi sabunluyorum, bir yandan su akıyor. Arkadaşım bir ânda büyük bir hiddetle bana döndü ve halkın suyunu israf etmekle suçladı beni. Benim boşa akıttığım suya gecekondu mahallerinde ihtiyaç vardı. Hâlâ ellerimi yıkarken zaman zaman aklıma gelir, şimdiye kadar karşılaştığım en şaşırtıcı suçlamaydı bu. Ama ne kadar da haklıydı.
Halkla aralarında sarsılmaz bir bağ olduğuna inanıyordu hepsi de. Zoraki bir şey değildi asla. Samimiyetle seviyorlar, ısrarla bu sevgiye tutunuyorlardı. Bir şiirin ya da türkünün en duygusal yeri, fabrika işçileri ya da yoksul köylülerle ilgili olan kısımlardı mesela onlar için.
Bu yüzden halkın küçümsenmesini büyük bir suç olarak görürlerdi. Ben hayatımda onca insan gördüm o vakitler, içlerinden bir kişinin bile başarısızlığın faturasını halka kestiğini, halkı suçlar tarzda konuştuğunu görmedim. Bu ellerini yıkarken, musluğu açık unutmaktan bin beter bir şeydi, çok pis bir huydu çünkü. En ufak bir ima bile ağır özeleştiri yapmayı gerektirirdi.
Peki siz hiç bir solcu, İslamcı ya da ülkücü gencin halkı aşağıladığını gördünüz mü? Ölüm oruçları esnasında son nefesine vermek üzere olan bir solcunun, başörtüsü yasakları nedeniyle okul kapılarında sürüklenen bir İslamcının ya da darağacına giden bir ülkücünün en zor ânında dahi olsun halkı suçladığına şahit oldunuz mu?
Bugün ağızlarından âdeta köpükler saça saça konuşan ve başarısızlıklarının faturasını halka kesen insanları gördükçe öyle sıkılıyor ki canım. Tıpkı Marat ya da Berlin’deki o kimliği belirsiz adamlar gibi halka olan hınçlarını bir övünç madalyası gibi nasıl da utanıp sıkılmadan göğüslerinde taşıyorlar?
Düşünün. 23-24 yaşında genç idam sehpasına giderken, dönüp de halka kötü söz söylemeyi aklından bile geçirmiyor da, en lüks giysiler içerisinde ve özel şoför eşliğinde gezen oyuncular ödül almak için çıktıkları sahnede depremzedeleri itham edebiliyor. Ölüm orucundaki genç, 60-70 gün geçmiş artık öldü ölecek, ölümünden halkı sorumlu tutmuyor da, yılda bilmem kaç milyon dolar kazanan sinemacı halkın cehaletinden dem vurabiliyor. Başörtüsü yasakları yüzünden eğitim hakkı elinden alınan ve psikolojisi bozulan 19-20 yaşındaki kız, halka “Beni siz delirttiniz,” demiyor da, yazın 3 ay Miami’de zaman geçirmezse rahat edemeyen şarkıcı halka öfke kusabiliyor.
Ancak böylesi ucuz şovlara prim vermeyecek kadar dolu bizim heybemiz. Bu hallerine itiraz ettiğimiz zaman alacağımız “devlet yanlısı” türünden hiçbir cevabın önemi yok o nedenle. İnsanın haysiyetini, halkın haysiyetini savunmak değil mi bizi hayata bağlayan en güçlü duygulardan birisi? Keşke şimdi zamanı geri alabilsek de, 12 Eylül sonrası idam sehpasına çıkan o ülkücüye helal edebilsek hakkımızı. Hayata Dönüş Operasyonu’nda hayatını kaybeden solcu gence sarılıp ağlayabilsek “Ah be ne yaptın sen?” diyebilsek ya da okul kapısında başörtüsünden tutulup yerlerde sürüklenen kızın ellerine sarılıp öpebilsek… İçlerinde yetiştikleri bu halka tek kötü kelime etmeden, türlü yoksulluklar içinde nasıl da gelip geçtiler aramızdan. Gencecik yaşlarına rağmen ne onurlu, ne mahzun insanlardı hepsi de…