Meclis'teki ayet, Yahudi dükkanındaki besmele
Emruhum şura beynehum*
Öncesinde de birçok çaba ve olumlu yönde anılmaya değer kırılmalar mutlaka var ama çok fazla geriye gitmeden ben mesela İstiklal Harbi’ni millî bir güzergahın mümkün olduğunun ilanı ve zaferi olarak okuyorum. Türkiye’de kurucu davanın, kurtarıcı fikrin İslam şuuru olduğunun ifadesi de sayılabilecek olan İstiklal Harbi cereyan ederken milleti yönetmenin ve hükümet etmenin meşruiyetinin nerede arandığının cevabını vermek için Birinci Meclis kürsüsünün hemen arkasındaki büyük hatta yazılı olan ayeti kerimeye müracaat edebiliriz. Türk olmanın Müslüman olmak demek olduğu karinesini yeni duydukları bir iddiaymış gibi şaşkınlıkla karşılayanlara ise Lozan Sulh Muahedenamesi’nde kimlerin azınlık sayıldığına gözatmalarını önererek geçelim.
İkinci Meclis kurulurken muhaliflerle birlikte özellikle Birinci Meclis’te İslam olmaklığı Türk milletinin istikamet tayin edilirken en belirleyici vasfı olarak görenlerin de neredeyse tümü tasfiye edildi. İstiklal Mahkemeleri’nde, o zamanlardan günümüze kadar uzanan tartışmaların zeminini yaratan sert ve acımasız uygulamalarla, idamlar, hapis kararlarıyla yine benzer hassasiyetlere sahip mütedeyyin insanların beli kırıldı. Ardından uzun tek parti döneminin Müslüman halka karşı şedid, üsttenci, anlamsız ve düşmanca baskısı yıldırıcı ve bitmeyen bir işkence olarak yaşandı ve cumhuriyet eliti “cahil halkı” Batılı değerler paralelinde eğitme, medenileştirme, aşağılama inadından çok uzun yıllar vazgeçmedi. Millet İstiklal Harbi’yle ve cumhuriyetin kuruluşuyla akitleştiği devletle arasındaki münasebetin, bağın kopartılmasının müsebbibi olarak tek parti zihniyetini ve bunun mücessem hali olan CHP’yi gördü. Ben mesela Kemal Tahir romanlarını bu çözülmüş bağın yarattığı mecburi ikiyüzlülüğün, kendine, ötekine, topluma, devlete güvenememenin, böyle bir düşüklüğün müthiş hikayeleri olarak okurum. Kemalist solun Kemal Tahir’le bir türlü barışamamasının ilk sebebi bu aslında. Masal değil de hikaye anlatması.
Bayburt Bayburt olalı
Milletin kahir ekseriyetinin CHP’ye bakışının en veciz ifadesi şehre gelen senfoni orkestrasının temsilinden sonra muhabirin sorusunun karşısında Bayburtlunun cevabıdır: “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi.” Hamaset değil, inanması şimdi çok güç ama, bu ülkede on yıllar boyunca ezan yasaklandı. Kuran okumak, İslami ilimlerle meşgul olmak, ilmihal seviyesinde dahi bilgi edinecek seviyede sohbet halkası toplayabilmek mümkün değildi. Sayısız insan bu yasaklar marifetiyle hapsedildi, işkence edildi, sürüldü, aşağılandı. Konu aslında insanların gündelik yaşantısında dinlerini yaşamalarını engellemek değildi. Esas mevzu Müslümanların siyasi iddialarını yeşertebilecekleri milli ortamı ortadan kaldırmak, İslam davasını bir yaşam tarzı, bir siyaset tarzı bir milli iddia olmaktan çıkana kadar sıkıştırmaktı.
Türkiye siyasi bakımdan bu son derece sert dönemleri tecrübe ederken bir taraftan da toplumsal olarak inanılmaz büyük ölçeklerde dalgalanmalar yaşamaya hazırlanıyordu. Sadece nüfus artışı ve kentleşme hızına baktığımızda bile akıl almaz bir değişimin toplumu, devleti ve siyaseti zorladığını görebiliyoruz. Kabaca hatırlayalım. Küsuratı keserek söylüyorum, 1927’de yani genç cumhuriyetin ilk nüfus sayımında Türkiye’de 13 milyon kişi yaşıyor. Bu sayı 1950’de 20 milyona 1990’da 56 milyona 2020’de 83 milyona ulaşıyor. Yazıyı yazarken bir de İstanbul’a baktım. İstanbul nüfusu 1927’de 800 bin, 1950’de 1 milyon yüz bin, 1990’da 7 milyon üç yüz bin, 2020’de 15 milyon olarak kaydedilmiş. Bu arada kırsal kesimde yani köylerde mezralarda yaşayanların oranı 1927 yılında yüzde 75. Bu oran günümüzde neredeyse yüzde 5’e düşmüş. Söylemek istediğim şu ki modern dünyada çok da örneği olmayan bu ışık hızıyla artan nüfus ve kentleşme oranları doğru dürüst ve en detaylı biçimiyle analiz edilmeden bu toplum üzerine konuşmak çok da sıhhatli sonuçlar doğurmayacaktır. Ancak çok kabaca şunu söyleyebiliriz ki Türkiye 1930’ları bırakın 1950’deki Türkiye bile değil. Son yıllarda toplumsal değişimin hızını ve gerekçelerini anlayamayanların ilk atladığı konu bu bence. Hele son otuz yılda Türkiye’nin geçirdiği dönüşümü hiç anlamamışlar. Erbakan hoca bas bas bağırarak bunlara anlatmaya çalışmıştı oysa. 27 Mart 1994 geri dönüşü olmayan bir milattır diye. Gelin efendi efendi ayak uydurun. Nerde! Sevgili yarı aydınımız nasıl olur diyor. Nasıl olur da sınıfsal ezberlerimiz sarsılmaya başlar? Nasıl olur da bu sefer, yine devran dönecek ve yine ait olduğunuz toplumsal seviyelere döneceksiniz şeklindeki kehanetimiz iflas eder? Nasıl olur da önceleri şöyle bir salınmamız bile yeterken şimdi neredeyse on yıldır gümbür gümbür mücadele etmemize, bu geri ve gerici güruhu çevrelememize, üstünde tepinmemize rağmen söylem üstünlüğümüz riske girer? Kültürel iktidarımız nasıl olur da tartışılır?
Muhalif mi muvafık mı?
Maşeri vicdanda çok da haklı olarak oluşmuş yaygın kanaat şu ki, batı sermayesinin komiserliği ve mümessilliğinden ibaret olan İstanbul sermayesi, geri bıraktırılan halk yığınlarının fakirliğinin, eğitimsizliğinin, garibanlığının, yalnızlığının baş müsebbibidir. Bu hatta iki yüz yıldır böyledir. Tepesine vurulup yok edilen birkaç örnek müstesna dün de böyleydi, bugün de böyle. Son yirmi yılda sadece Koç’un serveti on kattan fazla arttı. Bu öyle bir şey ki Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Özilhan, Özyeğin gibi Türkiye’nin ilk elli güya sanayicisinin servetinin toplamı, hatta bunların servetlerinin son yirmi yılda artan kısmının toplamı tüm Türkiye’deki toplam servet değerinden daha fazla. Katkıları, sanayinin, ekonominin gelişimindeki rolleri derseniz, cesametlerinin yüzde biri kadar yok. Tefecilikle, türlü hile hurdayla, finans, hammadde, ithalat dümenleriyle halkı, devleti soymaya tam gaz devam ediyorlar. Bizim ülkemizde gerçekten bir muhalefet olmadığının, sanatçı, oyuncu, şarkıcı, aydın, yazar çizer takımından muhalif olmayı bırakın şahsiyetli herhangi bir kimlik izharı bekleyemeyeceğimizin en güzel kanıtı bu müptezel sürüsünün kazayla bile zinhar bu İstanbul derebeyliğine tek bir kelime edememesidir. Eline ördek alıp Kazdağları’nda poz verir, bira içip Gezi parkında tomanın üzerine çıkar, devlet lehine cümle kuranın üstüne çullanır, kadın yürüyüşüne destek tiviti atar. Muhaliflikten anladığı bu. Zira son yıllarda Tayyip Erdoğan’a küfretmek entelektüel faaliyet olarak veya muhalif tavır olarak yeterli oluyor. Dünyanın en ucuz kimliği. Hayatını çalana, bir milletin kuşaklar boyu ümüğüne basana, milyonlarca insanı iki yüz yıldır batılı devletler namı hesabına boyunduruk altında, zincir altında tutana, bütün bir ülkeye el freni, takoz olana tek bir kelime edemiyorsun cari zulüm düzeninin nevinden bile bihabersin ama muhalifsin. Oh ne ala memleket. Bunların, Türkiye’de muhalif tesmiye edilen aşağılık entel sürüsünün kendi orijinal tek bir fikri, tek bir itirazı, tek bir cümlesi yoktur. Ortalama bir Avrupalı liberal solcunun ne dediğini takip et, söylediklerinin ortalamasını al bizdeki bu garibanların fikri işte o. Hatta kendini muhalif sayanların fikirlerini merak ediyorsanız BBC ya da mesela Deutschewelle’yi izleyebilirsiniz. En azından bizimkiler kadar anlatım bozukluğu yapmıyorlar. Muhalifmiş. Peki oldu.
Diyeceksiniz ki bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Yirmi yıldır Ak Parti iktidarda değil miydi? Bu sırtlan sürüsü bu kadar semirirken hükümetin eli armut mu topluyordu? Bu nasıl bir dönüşüm ki halka değil halkın düşmanları diye tanımladığın kompradorlara yaramış. Çok doğru. Hatta bu eleştirinin eksiği var fazlası yok. El hak hükümet İstanbul sermayesinin böyle bir canavara dönüşmesinde en az İstanbul kadar suçludur. Kabahatlidir. Bir hesaplaşma olacaksa, bu derebeyleri bir gün sigaya çekilecekse benim umudum bu hükümette değil ama hükümetin de bir parçası olan toplumsal kesimlerdedir. Bugün olur, yarın olur, sonraki gün olur, bu hükümetle olur, sonraki hükümetle olur ama olur. Yaşayıp göreceğiz. Olacak.
Yahudi dükkanındaki besmele
Şimdi cahil oyuncuların, şarkıcıların, sosyal medya fenomenlerinin, tribün gruplarının yönlendirdiği ve zihinsel kodlarını belirlediği yarı aydın muhaliflere kötü bir haberim var. Son birkaç seçimde Müslüman halkın bilinçaltını hortlatmak istercesine İzmir marşları eşliğinde CHP’ye asker yazılan arkadaşlar, tarihin burasında ne yazık ki sahnede son repliklerinizi okuyorsunuz. İsterseniz muhtemel kaos senaryolarında bir süre daha kendinize yer arayın. İsterseniz ülkeyi terk edip dışarıda mücadele örgütleme hülyalarına dalın. İsterseniz ölümüne devrim yeminleri edin. Kaderin akışı değişmeyecek. Uzun bir gizlenme, ezilme, özür, ricat dönemi sizi bekliyor. Muvakkat sandığınız ikiyüzlülük kimliğinizin asli parçası olacak. Sizi bundan sonraki yıllarda daha çok başörtülerinizle dini gün ve gecelerde, Cuma namazında ön saflarda ağırlayacağız. Yahudi dükkanındaki besmele alegorisinin yerini gelenekselleşen iftar sofrasındaki ateist fotoğrafları alacak. Büyükşehirdeki üçüncü dördüncü kuşak karabudunun, İslam şuuruyla yetişmiş yeni şehirli kuşakların hoşgörüsünün altında yaşayacaksınız. AVM’lerdeki başörtülüleri yeniden aşağılamaya hazırlanıyorken, kız çocuklarını üniversitelerden, mahkeme kürsülerinden, hastanelerden, ordudan, emniyetten, devletten ayıklamayı hayal ediyorken, YARGILANACAKSINIZ! Diye uykunuzdan fırlarken bir de bakmışsınız ki hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. Adamdan sayılmak için 32 farzı ezberlemeye başlamışsınız. Referans mektubu gibi hacı teyzenizin, aslında beş vakit namaz kılan dedenizin genetik meşruiyetinden medet umuyorsunuz. Ne diyordu kameralara bölücü bir muhalif kızımız? Hayat işte!
13. Cumhurbaşkanı’nı belirleyeceğimiz seçimlerin ilk tur sonuçlarının açıklanmasını müteakip depremzedelerin oy tercihleri üzerinden bölgedeki insanlara küfreden, aşağılayan, beddua eden kitle hiç alışık olmadığı biçimde sıradan insanların tiksintisi ve tepkisiyle püskürtüldü. Alışana kadar bu türden densizliklerinin benzer şekilde karşılanacağından ve hadiselerin benzer şekillerde sonuçlanacağından kuşkunuz olmasın. Böyle hadiseler yaşanacak. Daha küçüklerini daha büyük çalkalanmaları yaşayacağız. Kimisinde mevzi üstünlükler kazanıp kendilerini kandıracaklar. Kimisinde Gezi olayları gibi bir romantik devrim masalına inanacaklar. Ama kaderin akışı değişmeyecek. Yani bu süreçte kendini muhalif olarak tanımlayan toplulukların bağışıklığının çökmesini sadece seçim sonuçlarına bağlayanlar yanılıyor. Çok daha derinde bir kırılmanın sadece su yüzüne çıkan bir sonucu bu. Petrol, gaz keşfine, devletin vaz ettiği hiçbir olumlu gelişmeye, buluşa adıma inanmayan, terörle mücadelede, istihbaratta, sanayide, savunmada kat edilen mesafeye şizofren tezlerle savaş açan, depremden, ekonomik krizden bir başarı hikayesi çıkarabileceği umuduna tutunan ruh hali kötüden betere evriliyor. Belli ki bir süre daha bu toplu delirme ataklarına maruz kalacağız. Belki de sıradan bir seçim olarak atlatabilecekleri bir yarışa bütün mallarını, varlıklarını yatırdılar. Karabudunu daha önce birçok kez uluslararası müdahalelerle, içerideki işbirlikçilerle, açık oy gizli tasniflerle, vesayetlerle, darbelerle gömdükleri bu sefer boş olan açık mezarın başında saçma sapan hareketler yapmaya devam ediyorlar. Üstüne üstlük alkollüler. Yuvarlandılar yuvarlanacaklar. Sonrası sarhoş kavgası.
* "İşlerini istişare ile yaparlar." Şura suresi, 38. ayet.