Medeniyet büyüyor, kültür küçülüyor


Medeniyet büyüyor, kültür küçülüyor. Ben çocukken dünya nüfusunun 3 buçuk milyar olduğu söylenirdi; Türkiye nüfusu ise 35 milyondan biraz fazlaydı. Bugün dünya nüfusu 8 milyara yaklaştı, Türkiye nüfusu da 85 milyonu geçti. Ekonomiler büyüyor, şehirler büyüyor, iş ve yaşam alanları büyüyor. Büyüklüğünü tasavvur dahi edemeyeceğimiz rakamlar dolaşıyor. Mesela İstanbul Boğazı’na yapılan 3. Köprünün maliyeti 5 milyar dolar. 5 milyar doları aklım almıyor. Türkiye’nin yıllık gayri safi yurtiçi hasılası, yani bir yıl içinde üretilen ekonomik değerler toplamı 850 milyar dolar imiş. Kişi başına yıllık 10 bin dolardan fazla üretim yapılmış. Bunu aklınız alabiliyor mu?[1] 

Böyle bir büyüklük içinde kültürün küçülmesi ilginç. Acaba bu doğal mıdır? Doğalsa, nasıl bir doğadır bu? Değilse neden böyle oluyor? Deneyimlerim, gözlemlerim bu gidişin doğal olmadığını söylüyor bana. Kültür, medeniyetin içeriğidir bir bakıma. Su geçirmez mont yapmak için balina yağı kullanmak medeniyettir. Barbour marka mont[2] satın alıp giyebilenlerin belli bir sosyal gruba ait kabul edilmesi ise kültürdür. Ya da alışveriş için büyük pazarların kurulması medeniyettir, ama tatil günlerinde ailecek AVM gezmesi kültürdür. Kültür farktır çünkü; çeşitliliktir, aynı olmamaktır. 

Peki ne oldu da tarihin en büyük medeniyetinin kültür-sanat verimleri küçülüverdi? Cevabın sorunun içinde olduğundan kuşkulanıyorum. Medeniyetin büyüklüğünün altında hasarlı taraflar var. En önemlisi, neden bu kadar büyük? Hani bize sürekli aynı yalanları söylüyorlar ya. Çeşitliliğin arttığından, insanların farklılaştığından, herhangi bir şeyi teknoloji sayesinde “customize” edebileceğimizden söz ediyorlar. O halde, medeniyetin de küçük parçalardan oluşan sonsuz çeşitlilikteki bir şey olması gerekmez mi? Büyük alışveriş merkezleri yerine Etiler’deki falanfeşmekan dükkancıkları gibi yerler olması gerekmiyor muydu her tarafta? Üstelik, medeniyet hür teşebbüs üzerine kurulu değil mi? Yani herkesin dükkanı olsa? Küçük çevrimler halinde özerk ekonomik alanlar yaratılsa? 

Yahut birkaç yüz metrekare arsa üzerine yirmi, kırk, altmış daire birden bindirilmeyip daha geniş yerleşim alanları üstünde küçük küçük evlerimiz olsa. Medeni olduğumuzun ölçüsü olmaz mıydı bu? Medeni ve çeşitli olduğumuzun, istediğimiz kadar farklılaşabildiğimizin. Ben mesela evimin tavan pencereleri olmasını istiyorum; duvarlarımın elli santim kalınlığında taştan, zemini düz tahta, odaları standart büyüklükte değil de kullanım amacına göre küçükten büyüğe doğru değişkenlik gösteren gözler halinde olması bana uyardı. Oysa her biri birbirinin örneği 25 daireden oluşan bir apartmanda oturuyorum, sitemizde 20 apartman var ve yamaçta kurulu olmasına rağmen minimal paftalar sayılmazsa toprak zemin ve ağaç yok. Belli ki bu site buraya kurulmadan önce burası ağaçlıklı bir yamaçtan ibaretti. 

Böyle olmuyor. Her şey kocaman kocaman yapılıyor. Çünkü çok büyük hırslar dönüyor medeniyet işlerinde. Medeniyetçilik yapıp bir yandan da betonlaşmadan şikayet edenleri anlamak da mümkün değil. Medeniyet dediğin en ucuz yoldan en çok kâr getiren iş, ürün, ortam ve yapı demektir. Padişahlar dakika başı neden cami yaptırmışlar, hanım sultanlar, vezirler, kazaskerler vesaire? Çok açık: Cami yapımı için ciddi bir harcama yapılıyor ve bu sayede hem işçiler çalışıyor hem mimarlar ve tedarikçiler zengin oluyor ve bunların saçtığı paralar sayesinde İstanbul halkının evine ekmek giriyor. Hem de halk padişahın cami yerine saray yaptırdığı dedikodusuyla hoşnutsuz olmamış oluyor. Padişahın sadaka-i cariyesi sadece öldükten sonra ahiret hesabında ona yardımcı olmuyor, cari hayatta da işe yarıyor. Acaba cami yerine geniş yollar yapılsa daha cari sadaka olmaz mıydı; olurdu muhtemelen ama salatin camilerinin propaganda gücünü yolların karşılayamayacağı ortada. Demek ki medeniyet dediğimiz nesnenin gösterdikleri, başka bir şeylerin de üstünü örtüyor. Estetik, cinayeti kapatıyor. 

İstanbul’un cemaatsiz vakıf camileri yolsuzluğu gizler. Serveti miras bırakmak imkanı Osmanlı kullarına verilmediği için bunlar da vakıflaşma yoluna gidiyorlar ve bu nedenle de çevre küçük küçük ama işlevsiz camilerden geçilmiyordu. Bu yolla, aile serveti olmuyor ama aile vakfı oluyordu. Bunun bugün de karşılığı var. Acaba medeni büyüklük nelerin üstünü örtüyor? 

Amerika’da ya da Türkiye’de pıtrak gibi yayılan alışveriş merkezleri veya lüks rezidanslar her şeyden önce inşaat ürünüdür. Bunlar inşa edilirken ekonomik büyüme, gelişme ve akıcılık sağlarlar. Ana sanayi, yan sanayi, dolaylı imalat… yani reel sektör her tür büyük inşattan sonuna kadar yararlanır. Ticaretin hareketlenmesi de cabası. Ve bu arada birileri muazzam zengin olur. Sanmayın ki büyük inşaatlar zengin müteahhitlerin servetleriyle yapılıyor. Alakası yok. Para asla müteahhitten çıkmaz. O kadar parası olan adam inşaat üretip satmak yerine satın alma yoluna gider. Bu işlerin parası devletten, yani tek tek hepimizden toplanan vergilerden çıkar. İkinci kaynak banka kredisidir, bu da direkt veya dolaylı olarak bizden zorla koparılan faizlerin birikimidir. Vergi ve faiz yardımıyla büyük medeniyet inşa edilir ve bize de yutturulur. 

Audi Quattro reklamı Eskimo
 

İhtiyacı olmayana bir şey yutturmak zor olduğu için medeniyet bizi ihtiyacımız olduğunu ikna etmeye uğraşır. Atçılık, avcılık yapmıyorsun yani kötü havalarda bayır aşağı bayır yukarı koşturman gerekmiyor; ama Barbour mont sana pek bir yaraşır. Barbour giyersen hiç giymemiş gibi olmazsın. Bu da medya, reklam, dağıtım dediğimiz çarpık kanallarla kotarılır. “Tek taş pırlanta” kültürü yaratıp bedavaya verirsin, sonra tek taş satmaya başlarsın. Çok ciddi paralarla üretildikleri halde reklamların daima bedava verilmesi bana her zaman çok eğlenceli gelmiştir. Köyden İndim Şehire filminde aç ve beş kuruşsuz köylülerin lokanta camını yalamasına benzer bir taraf var bedava reklamda. Reklam bir camdır, onu yalıyorsun; Quattro’ya[3] başkası biniyor. Sana sadece Quattro reklamındaki Eskimo dede ile torunu kalıyor. Kültürel çeşitlilik dedikleri şey. 

Televizyon kanallarının sayısı yüzlerle ifade edilirken, her televizyonda her gün birkaç dizi film oynarken sinemanın küçülüvermesine ne dersiniz? Ekonomik hacim olarak değil elbette. Konu, kavram, imge bakımından. Zeki Demirkubuz diyesiymiş ki, ben 12 Eylül filmi çekmem, bana ne siyasi olaylardan, ben bireyin penceresinden bakarım bakacaksam 12 Eylül’e. Desin, ne güzel demiş. Fakat 12 Eylül dünyada ve Türkiye’de olup biten ve kundaktaki bebeğe, hatta doğacak nesillere kadar herkesi iliğine kadar etkilemiş bir yığın olayın kod adıysa ne olacak? 3. sayfa haberlerini filme çekme dehası gösterebilen Zeki Demirkubuz, bu haberlerin altındaki kolay yoldan zenginliğe, şöhrete, güce, mutluluğa ulaşma ihtirasını görmemiş olabilir mi? Peki bunların 24 Ocak kararlarının uygulamaya konulmasıyla, yani 12 Eylül darbesinin ekonomik yönsemesiyle hiç ilgisi yok mudur? Zeki Demirkubuz filmlerinde herkes çalışır. Namusuyla çalışamayan kadınlar da fahişe olurlar, günümüz deyimiyle seks işçisi. Bu istihdam çılgınlığının son otuz yılın ekonomik hadisesi olduğunu adamın filminde görüyorsun ama adam aslında onlar orda yok diyor. Film çekip yüzlerce sinemada göstermesini biliyor ama; Twitter’dan da kendi çapında felsefe yapıyor. 

Edebiyat daha kötü. Sinema hiç değilse bize insan ve mekan göstermek zorunda olduğu için, gerçekçi olmasa bile, gerçeklikten ciddi olarak beslenmek zorunda. Günlük konuşma dili, yani herkesin normalde konuştuğu gibi konuşmaya başlaması sinemaya geri döndü. Şaban’ın küfürlerine gülerken şimdi de Recep İvedik’e gülebiliyoruz. Arada geçen otuz yılda hiçbir şey olmamış gibi. Hakikaten de Şaban-Recep arasında sinemada komedi yok gibi bir şey. Nedeni adamların Türkçe konuşmaması, çeviri espriler yapması. Cinayetli filmlerde gerçek mekan kullanımı çok önemli olduğu için küçük filmlerde bile özelliği olan, kendiliğinden bir şey anlatan mekanlar kullanılır olmuştur. 

Edebiyatın gerçeğe sinema kadar bile mecburiyeti yok. Sözden ibaret bir sanat olduğu için, her saçmalığı edebiyat diye yutturma şansına baştan sahipsiniz. Dikkati çeken şey, medeniyet bu kadar büyümüşken büyük şeylerden söz eden, büyüklüğü yakalamaya çalışan veya insanları büyük hadiselere uyandırma amacını taşıyan edebiyatın yerine hep küçük numaraların idare ettiği, anlık eğlenceler için yazılmış gibi duran edebiyatın geçerli oluşu. 

Yazar sorumluluğu diye bir şey yok artık bugün. Sorumluluk yüklenmek, kendisi de ciddi bir okuryazar olan yazar için tabii sayılır. Ama bugün hiçbir sorumluluk almamayı hüner kabul eden yazarlar çoğunlukta. Yazarın okuyucuya üstünlüğü artık ne üstlendiği görev ne birikim ne de kabiliyet. Yazarın okuyucuya hiçbir üstünlüğü bulunmuyor. Dolayısıyla sorumluluktan kaçması da tabii hale geliyor. 

Bir yerden bakınca, ilgi duyan, yazan herkesin yani okuma yazma bilen herkesin potansiyel yazar olduğunu görüyoruz. Medeniyetin büyümesinin bir sonucu bu. İlerici görünmekten hoşlanan bazı üçkağıtçılar “Twitter yazarları çıkacak!” gibi müjdeler veriyorlar bize. Doğrudur; çıkacak değil çıktı bile. “Sivilay abla,” “Beyinsiz adam” gibi komik figürler var Twitter’da. Forumlar, mail grupları, bloglar dünyası ve Facebook bu türden eğlendirici, laf cambazı diyebileceğimiz soytarılar, meddahlar, hokkabazlar için mesajlarını (!) birkaç kişilik yakın çevrelerinden internetin ulaştığı belirsiz ve geniş dünyaya aktarma şansı verdi. İnternet, bir cümlelik Cem Yılmazlardan, Okan Bayülgenlerden geçilmiyor. 

Cem Yılmaz, evlilik sürecini çekmeye çalışan kameraman-muhabir grubuna “Gidip kendinize gerçek bir iş bulun, sigortalı bir işe girin!” diye ciddi ciddi çıkıştığında, geçen on beş yıllık süre boyunca medyayla el birliği içinde kendi yarattığı alımlanma biçimine saldırmış, bütün o belaltı şakaların arkasında içi dışı aynı bir komedyen değil de, bunu profesyonel olarak yapan, ünlü olmak ve para kazanmak için komedyenlik eyleyen belli bir zeka ve deneyime sahip ciddi ve sıradan bir insan olduğunu göstermeyi denemiş oluyordu. Demek ki Cem Yılmaz gibi sululuğu hayat tarzı olarak benimsemiş görünen birinin dahi ciddiye aldığı bir şeyler varmış. Karısı çocuk doğuracağı zaman gelen bu geç kalmış ciddiyet komedyeni medya karşısında istediği şekle sokabilir mi bilmiyoruz, ama bizi enterese de etmiyor zaten. Herkes için ciddiye alınacak bir şeyler vardır. Bu elektriğin taksim edildiği ana trafo da din, siyaset ve edebiyattır. 

 

NOTLAR

[1] Yerli istatistik bilgiler Türkiye İstatistik Kurumu menşelidir; dünya ölçeğindeki bilgileri ise internetten topladım.

[2] 2000’lerin başında modaymış, şimdi ucuza satıyorlar.

[3] Bir otomobil modeli.

Etiketler
kültür medeniyet kültür-sanat kültür politikası kültürel ekonomi