Mehmet Âkif'e açık mektup
Kıymetli Üstadım,
Mehmet dedem ben doğmadan seneler evvel vefat etmiş. Tanımayı çok isterdim ancak ne yazık ki tanıyamadım onu. Aydın’ın Çine kazasında doğmuş. Boylu poslu, aslan gibi dedikleri türden bir adam. Yedi kız çocuğun ardından doğan tek erkek evlat. Henüz 11 yaşındayken, babası yani büyük dedem Trablusgarp Harbi’ne gitmiş, ardından da Balkan Savaşları’na. Bir gün evden çıkmış, 7 sene sonra dönmüş. Çocukken bize anlatılan hikayelerden birisiydi bu. Büyükdedenizi şehit oldu sanıyordu herkes ama seneler sonra bir gün, kimsenin beklemediği bir anda Aydın’a döndü geldi diye anlatırlardı. Tren istasyonunda onu gören bir komşuları büyükdedemi önce tanımamış hatta. “Siz kimlerdensiniz, beyim?” diye sormuş. Büyükdedem de “Tanımadın mı be adam, ben Çineli Sadık” diye kızmış. Aslında hüzünlü bir hikaye ama gülerek anlatılırdı sonraları. Biz de kıkır kıkır gülerdik. Dedem, çok küçük bir yaşta hem ailesinin topraklarının, hem de ablalarının bütün sorumluluğunu üzerine almış o nedenle.
Dedem ve anneannem evlendikten sonra peşpeşe 7 evlatları olmuş. Dedem gündüzleri çiftliğin işleriyle uğraşırmış, akşamları da en çok kitap okumayı severmiş. Ancak çiftlik her daim kalabalık ve gürültülü olduğundan, rahat rahat kitap okumak için herkesin yatmasını beklermiş. Ve yaz geceleri bahçedeki ceviz ağacının altında, kışları ise sobanın başında saatler boyunca okurmuş. 1972 senesinde bir kalp krizi neticesinde vefat ettiği zaman da kitap okuyormuş. Anneannem, uzun süre kitaplarına bakıp gözyaşı dökmüş. Ve sonra büyük bir özenle muhafaza etmiş hepsini. Seneler geçtikten sonra dedemin Kur’an-ı Kerim’ini ve kitaplarının büyük bir kısmını bana hediye etmişti. Ben çocukken anneanneme aşıktım, bir keresinde ameliyat olacak olmuş da, üstümü başımı parçalamışım, ağlamaktan katılıyormuşum az daha. Anneannemin de bana çok büyük bir düşkünlüğü vardı. Hatta laf aramızda, epey de ayırt ederdi. Anneannem bana dedemin kitaplarını verirken, siyah ciltli bir kitabı diğerlerinden ayırmış ve “Bak, dedenin en sevdiği kitaplarından birisi buydu, bu kitabı tekrar tekrar okurdu” demişti. O kitap, kıymetli dostunuz Eşref Edip Beyefendi tarafından yazılan Mehmed Akif kitabıydı. Okunmaktan sayfaları yıpranmış, cildi de epey eskimişti. Ve ben bu kitabı elime aldığım ilk andan itibaren, sizi hiç görmediğim dedemle aramızdaki en büyük ortak bağ olarak düşündüm. Dedemle karşılıklı oturup konuşamamıştık hiç ama sizi çok sevdiğini biliyordum. Sizi anlatan sayfalar arasında defalarca gezindiğini, geceleri herkes yattıktan sonra sizinle başbaşa kaldığını ve sizin hakkınızda düşündüğünü biliyordum. Ve bunu bilmek, bir anda çok güçlü kılıvermişti beni.
Sevgili Üstadım,
Vefatınızın üzerinden neredeyse 90 sene geçti. Ancak bugün sizi düşündüğümüz zaman kocaman bir yumruk oturuyor boğazımıza hâlâ. Akif denildiği vakit gözlerimiz yaşarıyor, susuyoruz, diyecek söz bulamıyoruz çoğu kez. Allah hepimize Müslüman Akif gibi haysiyetli bir yaşam ve izzetli bir ölüm nasip etsin, diye dua ediyoruz. Bize de, sizin gibi doğru bildiğini söylemekten şaşmayan, hesapsız kitapsız, müdanasız bir duruş, güzel bir kalp nasip etsin diye yakarıyoruz Allah’a. Bir dilim ekmeğe dâhi muhtaç kalsak, sokaklara düşsek, sersefil bile olsak, tıpkı sizin gibi dimdik ayakta duralım istiyoruz. Bozdoğan Türküsünü öyle çok severim ki. Üst üste onlarca kez dinlediğim olur bazen. Hatta bir keresinde canlı katılacağım bir program öncesinde, yayın odasında beklerken, kendimi daha rahat ve güçlü hissetmek için kulaklıkla dinlemiştim defalarca. Çok da işe yaramıştı ve üzerime adetâ ceng meydanına çıkıyorcasına bir kuvvet gelmişti. Şöyle der; Bak bulutlar geçiyor üstünden, kaldır başını. Al, mendilim sende kalsın, sil yaşını of. Memleket, sevdana yürek gerek… Biz de sizin gibi sevelim istiyoruz memleketimizi. Memleketimizi ve memleketimizin insanını... Fatih’teki ayakkabı boyacısını, Üsküdar’daki simitçileyi, Galata’daki hamalı, camideki hocayı, okuldaki öğretmeni, fabrikadaki işçiyi, tarladaki köylüyü sevelim, çok sevelim istiyoruz… Gün doğarken her sabah, bir kız geçer kapımdan, köşeyi dönüp kaybolur, başı önde yorgunca, diye başlayan bir şarkı vardı biz çocukken. Fabrika Kızı. Dinler dinler, nasıl da içlenirdik, dün gibi aklımda. Bizler de, senin gibi memleketimizin insanının dertleriyle dertlenelim, sevinçlerine ise ortak olalım istiyoruz. Allah biliyor ya, hep bunu istedik, bundan başka amacımız olmadı, kıymetli üstadım.
Sizin kadar büyük imtihanlardan geçmedik, sizin gördüklerinizin onda birini bile görmedik. Siz, tükenmiş bir imparatorluğu ayakta tutmak, İslam âlemini tekrar eski gücüne kavuşturmak için havadaki bir toz zerresi kadar bile menfaat beklemeden, canınız pahasına mücadele ettiniz. İnsansız kalan köylerin, idam sehpalarının, birbirinden farklı milyonlarca mezar taşının, uykularından uyandırılan adamların, kadınların ve çocukların yarım kalan rüyalarının, içinde hayatın söndüğü evlerin, alevler arasında kalan hayatların ve sayfaları sağa dola dağılan kitapların içinden geçtiniz. Çanakkale ve Kut-ül Amare’de kazanılan büyük zaferler, eşsiz Medine Müdafaası, Kafkas İslam ordusunun tesisi ve Bakü’nün kurtuluşu. Hepsine tanıklık ettiniz. Uykusuz geçen geceler, bir zincir gibi birbirini kovalayan onlarca düşünce ve ödenen onca bedel… Ateşin etrafına üşüşen pervaneler misaliydiniz adeta. Ateş, bir gül gibi açılıp büyüdükçe, daha da yaklaşıyordunuz sizi yakıp kavuran o alevlere. Siz, bu memleketi yana yana sevmenin bir timsaliydiniz. Yana yana sevmek nasıl olur, “artık bitti” denilen anlarda bile nasıl çılgınca sevmeye devam edilir, göstermiştiniz bize.
Üstadım,
Sizin bize bıraktığınız en büyük miras, o katıksız sevgiydi aslında. Bir vakitler 3 kıtaya birden hükmeden koca bir imparatorluğun enkazı ortadan kaldırıldıktan sonra dünyaya gözlerini açan bizlere bıraktığınız en önemli miras buydu. Biliyor musunuz, ne vakit bunalsam, Edirnekapı Şehitliği’ndeki kabrinize koşmak isterim hep. Dostunuz Babanzade Ahmed Naim Bey ile yan yana yattığınız ebedi istirahatgahinizde sizi ziyaret etmek, daima huzur verir bana. Geçtiğimiz aylarda, pek bunaldığım bir vakitte, Edirnekapı metrobüs durağından Üsküdar’a geçmek yerine, ani bir kararla yanınıza gelmiştim yine. Güneş batmak üzereydi, bir vakitler sokaklarında yürüdüğünüz, camilerinde namaz kıldığınız Fatih semtinde, herkes büyük bir koşuşturma içerisindeydi. Biraz olsun sizin gözlerinizle bakabilmek için olup biten herşeye, öylece oturdum yanıbaşınızda uzun süre.
Akşam ezanı okunurken ne düşündüm biliyor musunuz, kıymetli üstadım. O esnada, müezzinin sesi bir alçalıyor, bir alçalıyor, insan sesinin alabileceği en güzel hallere bürünüyordu adetâ. Ve bizim bütün hikayemiz o seste gizliydi aslında. Müezzin, Allahuekber dediği vakit, kuşlar havalanıyordu gökyüzünde. La İlahe İllallah dediği vakit, havada daireler çiziyorlardı hep birlikte. Keşke bizler de onlar gibi bir intizam içerisinde olabilseydik. Binlerce evladımız, beyhude kavgalar içerisinde yok olup gitmeseydi. Başkalarının yazdığı hikayeler içerisinde figüran olmak yerine en baştan itibaren kendi hikayemizin kahramanı olabilseydik keşke. Siz büyük bir harbin içinden çıkmıştınız. Bizler ise bir cihan harbi içinde değildik ancak devlet içine gizlenmiş çeteler, yabancı devletler ve bunların istihbaratları karşı ayakta durmaya çalıştık. Perde arkasına gizlenmiş, binbir türlü belayla mücadele ettik. Kanatlarımızı kırmaya çalıştılar, bizi ortadan kaldırmak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar ama biz Allah’a sığındık ve canımızı acıtarak, ellerimizi kanatarak sevmeye devam ettik. Sevmememiz için türlü tuzaklar kurdular ama sevdik. Kalbimizden söküp atmak ve yerine başka şeyler koymak istediler ancak vazgeçmedik sevdamızdan. İteklediler, geri doğrulduk. Çelme taktılar, düşecek gibi olduk ama tekrar kalktık ayağa. Şimdi nesillerden bahsederken harfler ile ifade ediyorlar, Z kuşağı, Y kuşağı gibi. Bizim neslimiz aslında bir inat kuşağıydı. İnat ettik, inada bindirdik, sevgili üstadım. Bizimkisi bir sevda ve inat hikayesiydi. Gördük ki, camilerimizden Allahuekber sesleri yükseldiği vakit, ne güzel kuşlar havalanıyordu gökyüzümüzde. Ve anladık ki, eğer güçlü, çok daha güçlü olursak, ancak o zaman kimse dokunamazdı bize. Zayıf olmanın ne büyük felaketler doğurduğunu görerek büyüyen çocuklardık biz çünkü. Hem geçmişin intikamını almak, hem de geleceğimiz için çok güçlü olmaktan başka çaremiz yoktu o nedenle. Düşmanlarımız bizi gördükleri zaman huzursuz olmalı, “Bunlar İslam yurdunun bekçileri, bunlar kimseye pabuç bırakmaz, Allahtan başka kimseden korkmazlar, bunlarla baş etmek zor” demeliydi. Ancak o zaman yüreklerimizdeki sevginin karşılığını verebilirdik.
Aziz Üstadım,
Kabriniz başında otururken, onbinlerce muhacirin Anadolu’ya akın ettiği Balkan Harbi esnasında Fatih, Süleymaniye ve Beyazıd camilerinde verdiğiniz vaazlar gelmişti aklıma. Bu vaazlar, Sırât-ı Müstakîm Dergisinde de yayınlanmıştı. Bu vaazlarda, en sık tekrar ettiğiniz hadislerden birisi de şuydu; “Müslümanların derdini dert etmeyen Müslüman değildir.”Ayrıca “Dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına diken batsa, ben onun acısını kalbimde duyarım.” hadisini de hep haykırıyordunuz kürsüden. Dostunuz Mithat Cemal Kuntay’ın çok sevdiğim Üç İstanbul romanının girişinde yazdığı bir söz, hiç çıkmaz aklımdan. “Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen bir hayalettir.” der ve şöyle devam eder: “Adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.” Balkan Savaşları’nın ardından gelen yoğun göç dalgasına ve muhacirlerin bilhassa tren garlarındaki perişan durumlarına şahitlik ettikten sonra kaleme almış bu sözleri. Siz de şahitlik etmiştiniz bu duruma ve Arnavut göçmeni bir ailenin oğlu olarak, ne denli müteessir olduğunuz kim bilir. Bir zamanlar aynı devletin çatısı altında yaşayan insanların çoluk çocuk yollara dökülmesi ne büyük bir ızdırap, değil mi? Biçare hallerini görmek, ne derin bir keder uyandırır insanda.
Ama biliyorsunuz, bizim Anadolu’muz zaten bir göçmen yurdudur, sevgili üstadım. Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden sonra Avrupa kıtasından buralara gelen beyaz adam, önce Amerikan yerlilerini katletmiş, ardından “kim bu uçsuz bucaksız tarlalarımız ekip biçecek” derdine düşünce, Afrikalıları 300 yıl boyunca zorla Amerika’ya getirip köle olarak madenlerde ve tarlalarda çalıştırmış. Sonradan gelmelerine rağmen kıtayı sahiplenen Anglo-Sakson ırkçılığı, yurtseverlik kisvesi altında, kendilerinden olmayan herkese anasından emdiği sütü burnundan getirmiş. Ve insanları, daha 1960’lı senelerde bile birçok lokantada rastlanılan ‘zenciler ve köpekler giremez’ yazılarının olduğu şehirlerde yaşamaya mecbur kılarak, Ku Klux Klan gibi ırkçı örgütlerin karşısına atmış. ABD’de bu söylemin yükseldiği yıllarda, İtalya’da Musolloni’nin, Almanya’da da Hitler’in, iktidara gelmeleriyle Avrupa, tarihinin en ırkçı dönemlerinden birini daha yaşamaya başlamış. Ünlü Fransız yazar Michel Tournier’in, Alman şair-filozof Goethe’nin aynı isimli ünlü şiiriyle aynı ismi verdiği “Kızılağaçlar Kralı” romanı, bir Nazizm eleştirisidir mesela. Ancak Tournier, Alman tipi ırkçılığı eleştire dursun, Anglo-Saksonlar kadar rafine işlenmiş olmasa da, Fransız tipi ırkçılığı da es geçemeyiz elbette.
Bizler de, bugün tıpkı sizin Balkan Harbi esnasında gördüğünüz gibi yüzlerce-binlerce göçmen hikayesine şahitlik ediyoruz, üstadım. Küçük çocuklar, kadınlar ve erkekler görüyoruz. Güzel gözleriyle gözlerimizin içine bakıyorlar. Bizler, bugün Yüce Allah’ın önümüze koyduğu en büyük imtihanın birer kahramanıyız artık. Ezanlar okunurken, ellerimizi semaya açıp “Ya Rabbim, bu imtihandan almızın akıyla çıkmayı nasip eyle, bizi nefsinin bencilliğine kapılanlardan etme”diye dualar ediyoruz. “Bizlere, Büyük Akif gibi güzel bir Müslüman ahlakı nasip eyle, kapısına gelen zor durumdaki insanlara sırt çevirenlerden olmayalım, bizleri böyle alçaltma” diyoruz.
Çünkü bizler gavurlaşmak istemiyoruz, üstadım. “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i. Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi”, diyordun ya Çanakkale şiirinde. Bizler Bedr’in arslanları unutmak ve gavura benzemek istemiyoruz. Binlerce şehidimizin kanı ellerinde olan İngiliz’in, Fransız’ın, bilmem kimin icadı, batı tipi ırkçılık zehri topraklarımıza sızmasın diye kanımızın son damlasına kadar dövüşmek istiyoruz o nedenle. Türklükten İslam’ı çıkarınca geriye hiçbirşey kalmayacağını biliyoruz çünkü. Biz ruhumuzu yitirmek istemiyoruz. Ruhumuz bedenimizden ayrılmasın diye mücadele ediyoruz. En büyük kavgamız bunun için.
Bu toprakları seviyoruz, yana yakıla seviyoruz. Nedir sevmek diye sorsalar, şu cevabı verirdik, canım üstadım; Sevmek, ruhu muhafaza etmektir. En büyük vatan sevgisi, vatanında yetimlerin başı önde gezmediğini görmek değil midir? En büyük vatan sevgisi, seneler boyunca türlü işkenceler yaşamış mazlumların, vatanına geldiklerinde yüzlerinin biraz olsun güldüğünü görmek değil midir? Bir vakitler üzerine bombalar yağan çocukların, sokaklarında korkusuzca oynadığını görmek değil midir? Türklük bu değil midir? Vatanını sevmek bu değil midir?
Sevgili Üstadım,
Ne vakit ismini duysak, boğazımıza bir yumruk oturur, gözlerimiz dolar. “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, günler şu heyûlâyı da er, geç silecektir” diye yazmış ve şöyle devam etmiştin: “ Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma. Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” Bu mısraların her seferinde ağlatır beni. Müslüman olmak, hem ne kadar büyük bir saadet, hem de ne kadar büyük bir ızdırap, değil mi? Ama bahçesindeki ceviz ağacının altında seni okuyan Aydınlı Mehmet dedemin torunu olan ben, kabrinin başında söz verdim ki, bizler çok güçlü olacağız. Hepimiz söz verdik ki, bizlerin bileğini kimse bükemeyecek. Kimse, sırtımızı yere getiremeyecek. Korkmayacağız. Bu imtihanı da alnımızın akıyla atlatacağız ve sana, yenilmediğimizin müjdesini vermek için kabrine koşacağız. Ruhumuzu yitirmediğimizin müjdesini vermek için yanına koşacağız. Allah şahit olsun ki, bizler bunu yapacağız.
O vakte kadar seni Yüce Rabbimiz’e emanet eder ve mübarek ellerinden hürmetle öperiz, canım üstadım.