Mürşidim kocakarı


İçinde sanki ömrün bütün pazarları,
koskoca ve dingin bir ev hayatı,
ılık ılık akan ve hayata dair alabildiğine şey gizlidir.
Süte benzetirim bu şiiri, bir de güz öğleden sonralarına.
i
kendimi çok ölü hissediyorum bugünlerde
bir güneş düşüyor bir yağmur damlıyor
kendini bıçaklıyor günler
çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor
kendimi katil hissediyorum
esmiyor diye hayıflanırdım fırtına var
yalnızım derdim insandan geçilmiyor
insandan geçilmiyor; yalnızım.
Allahım hayretimi artır yok,
allah´ım hayret ver!
Kendimi çok ölü hissediyorum
namaza durmalı, abdest de alınır
bir kızı öpmeli kahvaltı yapmalı
gazeteyi uzatır mısın? biraz yürüyelim mi? günaydın?
sigarayla oynarsın yakmadan önce ki
düşünmeli insan bazen kısa süreler
evet namaza durmalı bir kızı öperek uyandırmalı
insan çünkü düşünmemeli bazen
insan ellerini yüzünü yıkamalı
birlikte porselen bir çaydanlıktan
dışarıyı seyretmeli dışarıda pencereden yağmur
içerde, içerde olmanın sıcaklığı
içerde içeriyle evli kızlar dışarıda aşık
evet bir kız dışarıyı seyreder ama evde oturur
evet bir ev içeridedir dışarıda yağmur
yine de namaza durmalı
yine de bir kızı öperek uyandırmalı
insan evini bahşeder, dışarıyı da
öpüşünü bahşeder kendini bahşeder bahşı bahşeder
insan bahşetmeyi bilmeli cömertlik öğrenilir
insan ellerini yüzünü yıkamalı
Bu şiiri okudu. Bir şiir okudu saatler boyu düşündü. Ocakta çay kaynıyordu ve ev sıcaktı. Yalnızdı, kimse yoktu. Odada, kimse yoktu. Şiirdeki gibi bir kızı da öpmedi, namaz da kılmadı. Onun koca karıları mahallede kapının önünde dedikodu ederdi. Kocakarılar, Cuma sela ile ezan arası Yasin okur, kısmeti kapanan kızlara kısmetleri açılsın diye yedi Cuma, Cuma suresi okuyup dua ederdi. O gün Eren Safi şiirinde en çok şu dizleri okudu durdu, dört beş kez okudu. Şiiri döndü dolaştı okudu. Ezberden okuyamayacak kadar dikkatle okudu. Baka baka, harfleri tek tek. Herifin dizdiği harflerin ölümsüzlüğünü, ölecek olan şairin ölmeyecek dizelerini. “İnsandan geçilmiyor Allah’ım yalnızım, Allah’ım hayretimi arttır.” Herif nasıl yazmış amına koduğum. Sivri çenesini baş parmağına dayadı düşündü. Elini dizinin üstüne koydu. Dizini karnına çekti, büzüldü. Oturduğu yerde büzüldükçe büzüştü.
Zaman üstüne yürüdü saatin. Tik takları saatin, nabzının sesi kalbinin, hırıltılı nefesini bile duyarken o anda bezdi hayattan. Kazağı boğazına yapıştı, sıktı. Sıktı babam sıktı. Başladığı, bitirmediği yarım öyküyü düşündü, sekiz senedir sürünen üniversiteyi, öpemediği kızları, Mühendislik fakültesindeki bir elin beş parmağını geçmeyen güzel ve çirkin kızları…
Diploma almak lazım. İş bulmak lazım. Baba parası yememek lazım. Azıcık saygınlık gerek. Ne işe yarar bu saygınlık? Kilosu kaç para eder onurun? Burjuva stili varoluş sancıları canına tak etti. Uzayan sakalı, karışan saçları oturup düşünmekten iki büklüm durmaktan kamburlaşan sırt ağrısı hepsi birden bıktırdı. Okumaktan bozulan gözleri, şişe dibi gibi kalın kirli parmak izleri ile dolu gözlüğünün ardından evin camından sokağa baktı. Camlar arasından dünyaya baktı. Kapattı şiir kitabını, sonra tekrar açtı, kızgındı, küfür etti Eren Safi’ye “darmadağın etti herif sabah sabah” diye söylenerek ayağa kalktı, saat bir olduğu halde henüz ağzına bir lokma koymamıştı. Ayağa kalkınca başı döndü. Gözünün önünde uçuş uçuş ışıklar yandı söndü. Midesi açlıktan ağrıyordu. Çay sigara kahve, tekrar sigara üç beş şiir, birkaç öykü, bitmeyen işlerle bakışma derken saat öğlen bir olmuştu. “Edebiyatın da amına koyum” dedi. Birden Annesinin sesini duydu, irkildi. “şşştt ne küfür edip duruyorsun, ben böyle mi yetiştirdim seni! hem adam ne yapmış bir şiir yazmış. Nedir yani bu sinir öfke? Sinir yapma çocuğum. Bak yine kuruyup kalmışsın. Hep sinirden hep!” odada kimse yoktu, kafasındaki sesten özür diledi. Annesi kafasının içinde, oturduğu iskemleden parmak sallamaya devam ediyordu. Annesine yüz çevirdi, olduğu yerde bıraktı.
Karar verdi, kahvaltı etme kararı. Günün en önemli kararı, Cemal Süreya da bok yesin. Herkes zıkkımın pekini yesin. Depresyon grisi sabahlar, yağan yağmurlar da bok yesin. Küresel ısınma bok yesin, dudağını büze büze ağlayan sevimsiz bebe Greta Thunberg de bok yesin. “Anne tamam bir sus ya! Allah aşkına iki dakika rahat bırak beni.” Annesinin dilini kıyma makinesinden geçiren bir seri katil vardı; Kemper, manyak herif. Ruh hastası. -Serbest çağrışım.- Hayır dostum, seni haklı bulmuyorum. Annedir kutsal, ayağının altına bak, bak bak, kaldır anne ayağının altını baksınlar, aa! cennet orada. Gördün mü cenneti? Bu sefer annesi iskemlede bacak bacak üstüne atmış başını sallayarak “cık cık! yazık yazık!” diyordu.
Yorucu, ne yorucu sabah. Bazı sabahlar böyledir. Uyanırken bilirsin günün geri kalanının rezalet geçeceğini. İnce ince hissettirir kendini, bugün abuk sabuk bir gün olacak. Hiçbir şey olmasa oturduğun yerde okuduğun bir şey huzursuz edecek seni, Eren Safi şiiri gibi. Şairin şiire başlama kararı kanepeden kalkma kararından daha kolay olmalı. Şairin hayatı zor olmalı.
Kararlar da öyledir ya korkulu zor. Yaşamaktan bile zor kararlar almak. Korkmak ama korkmuyormuş gibi davranmak. Evet, bugün duş almaktan korkmayacak. Duyduğu seslerden korkmayacak. Berbat geçeceğinin sinyalini veren sabahın inadına otobüs durağına yürüyecek, otobüsteki insanlardan da korkmayacak. Sekiz senedir her yıl, niyet ettim Allah rızası için diye başladığı dersleri bu yıl verecek ve mezun olacak. Bu şehirden, soğuğu içine işleyen bu memleketten, ruhsuz İsli kokulu, tek tip, tek renk şehirden siktir olup gidecek.
Dolaptan ekmeği çıkardı. Kesme tahtasını tezgahın üstüne koydu. Dünden kalan ekmeği dilimledi ekmek dilimlenirken ufalandı, taze olduğunu hayal edersem tazeymiş gibi olur belki diye aklından geçirdi, bu saçmalığa güldü. Ekmekleri tost makinesinin içine yerleştirdi. Tahtada kalan döküntüleri acuna doldurup tek hareketle ağzına tepti. Elinin tersiyle dudaklarının kenarına taşan kırıntıları süpürdü. Ekmekler kızarırken dolaptan reçel ve tereyağını çıkardı. Çocukluğundan beri çok yemezdi. Annesinin ısrarıyla zorla bitirdiği tabağını tuvalete kusardı. Peki tepe tepe, tıka basa yaşadığım hayat. Kusmak. Kazağının boğazını çekiştirdi. Elindeki kabuk bağlamış yarayı kaşıdı. Kanamasın diye imtina etti. Kanatmadı. Tost makinesinden önceden kalan kırıntıların yanık kokusu evi sardı. Kızarmış iki dilim ekmeği tabağa koydu, üstüne bir parça donmuş tereyağını bıraktı. Tereyağı ısıyla buluşunca önce parlaklaştı sonra eriyerek saydamlaştı. Olduğu noktada genişleyip ekmeğin yüzeyine yayılarak eriyen yağı bıçakla yaydı, üstüne bir kaşık çilek reçeli koydu ekmek, şireli şerbetli ıslandı. Çayı büyük bir cam bardağa doldurdu. Reçelli yağlı ekmeği ısırdı, bir ısırık daha, midesinin sancısı dindi. Sıcak çay damağını ıslattı. Biraz olsun yaşamı buldu iki dilim ekmekte. Ayakta yedi. Mühim bir kararla üstündeki kazağı çıkardı, banyonun yolunu tutarken soyundu. Duş perdesini sıyırdı, çeşmeyi açtı. Soğuk ıslak zemin tabanlarını sızlattı. Sıcak su gelene dek suyu akıttı. Akan suyun altında tuttuğu eliyle kontrol ettiği su ılıyınca duşun altına girdi. Üç kere ağza, üç kere buruna sonra tüm vücut. Kurallarla derdi olan insanın tüm kuralları inkarının mümkünü yoktur. Mırıl mırıl bir şeyler söyledi “ne olursun, bugün iyi bir şey olsun. Çok ihtiyacım var. Biliyorsun. Sen beni biliyorsun. Koca adam olduysam bu kadarı olduysam sebebi vardır. Sen beni biliyorsun. Biliyorsun değil mi? Görüyorsun değil mi?
Sabunlandı. Durulandı. Asılı havluyu eline aldı, beline sardı, aynanın buğusunu elinin tersiyle sildi. Yüzüne baktı. Tanıdıktı. Sevindi. Bazı günler çok yabancı, bugün tanıdık görmenin sevincine vardı. Islak ayaklarını sürüyerek koridoru geçti. Zeminde kırk beş numara ayak izleri belirdi. Koridor üç beş adımda bitmişti. Üstüne alelade bir şeyler giydi, omzuna değen saçlarını geriye doğru taradı. O gün dişlerini fırçalamadı. Sigara paketini, anahtarını aldı. Ocağı iki, tost makinesini üç kez kontrol etti. Koltuğun üstündeki açık kalmış şiir kitabına baktı, ”Ağzıma sıçtın Eren Safi” dedi. Gürültü ile kapıyı kapadı.