Muşlu tepesi
1
Mahmut her sabah olduğu gibi o sabah da yedide ayağa dikildi. Yüzünü yıkamadı bir eliyle gözünü öfelerken diğer eline kumandayı aldı. Televizyonda her sabah aynı saatte yayınlanan çizgi film oynuyordu. Sevinçle yere televizyonun dibine çöktü. Üşüyen çıplak ayaklarını bacaklarını kıvırıp poposunun altına kıstırdı. Oturduğu yerde üşüyüp ürperirken gelen çişini sağa sola sallanarak ertelemeye çalıştı. Çizgi filmin en heyecanlı yerinde, yani kedinin fareyi tam kuyruğundan yakalayacağı anlarda uykudan şişmiş gözlerini fal taşı gibi açıyor, fare kedinin saldırısından kurtulunca da derin bir “Oh,” çekiyordu. Biraz sonra yanına kız kardeşi Hatice geldi. Hatice, Mahmut’un yanı başına televizyonun dibine oturdu. Uyku mahmuru başını sabit tutamıyor, minik başı önüne düşüyordu. Ağırlaşan göz kapaklarına yenildi, halının üstünde karnının üzerine yüzüstü yattı. Dağılan sarı saçları tombul beyaz yüzünün yarısını örtmüştü. Saçlarının arasında yarı açık baygın gözleriyle kaçan fareyi takip etmeye çalıştı. Uykusu yenilip çizgi filmden vazgeçti. Uykudan alacağını tahsil etmeye niyetlenmiş baygın gözlerini kapandı. Nefes alıp verdikçe burnunun ucuna düşen birkaç ince saç telli havalanıp tekrar nazikçe burnunun üstüne iniyordu. Hafif açık ağzından akan selliği, incelerek halıya damlıyordu. Hatice’nin hırıldayan nefesini duyan Mahmut, kardeşinin uykuya daldığını fark etti. Baktı umursamaz başını ekrana çevirdi. İlgilenmedi. Hatice’nin üşüyecek olan karnının hesabını verecek kişi o değildi. Zaten sokakta onu yeterince kolladığına kanaat etti. Rahat vicdanı ile umursamaz izlemeye devam etti.
2
Kadın çoktan uyanmıştı. Uyanır uyanmaz hızlıca pijamasının çıkarmadan üzerine eteğini geçirdi. Sırtına da hırkasını taktı. Yüzünü yıkamadan çayı ocağa koydu. Çeşmeden doldurduğu soğuk su, çaydanlığın yüzeyini buğulandırdı. Hızlıca banyoya yürüdü, yüzünü yıkadı. Evde her işi aceleydi; adımları, yazmasının ucuyla yüzünü silişi… Ev ıslak kokuyordu. Islak soğuk bir Kasım sabahı, bilmem kaç gündür kaçıncı kez tekrar sobayı yakmak için davrandı. Her sabah ilk iş sobayı yakardı. Kapağın önüne çöktü. Çalı çırpı, ateşi yakacağı neyse topladı. Kocasının önceden hazır ettiği talaşın üstüne bir de o bastı talaş iyice sıkıştı. Kovayı sobanın soğuk demir gövdesinin içine yerleştirdi, çalı çırpıyı ateşledi. Tutuşan kağıdın üstüne üfledi. Sobanın dumanı inceden tüttü. Homurdandı, söylenerek tavana baktı. Tavanda, her daim aynı noktaya denk gelen dumanın mühürlü, isli izi duruyordu. Her sene niyet ettikleri boya badanayı bu sene de yapamamışlardı. Çoluk çocuk, ha biraz daha büyüsün, büyüyecek derken beş senedir boya badana görmemiş evin duvarları bir sürü anla anıyla, izle doluydu. Evde yaşamdan kalan bu izlere, felsefi anlamlar yükleyecek biri yoktu elbet. Umursanmayan izler, Mahmut ve Hatice’nin git gide büyüyen el izleri, duvarların yüzeyinde zamanda tarih belirliyordu.
Çayın suyu fokurdadı. Buhar evin soğuk havasına karıştı. Kadın, yavaşça demlikteki kuru çayın üzerinde kaynar suyu gezdirdi. Çayı yakmamak için sakin gezdirdi kaynar suyu. Kaynar suyu içinde açılan çay yaprakları suyu boyayıp demliğin dibine yavaşça salındı. Evin içini çayın buharı ve çiğ çay kokusu sardı. Sobanın gümbürdeyen ateşi evi ısıttıkça, Mahmut üşüyen ayaklarını poposunun altında çekti. Gevşeyen vücudu daha fazla karşı koyamadı, tuvaletini zar zor zapt ederken, oturduğu yerden ok gibi fırladı. Annesi ardından her seferinde aynı bezginlikle buruşan yüzünün ifadesiyle, bir gün patlayacak sidik torban, tut da çişini kanına zehri karışsın, çocuğun olmaz ya gör sen, diye seslendi. Bu maksatlı tehdit Mahmut’un umurunda bile olmuyor, kadın anca kızdığı ile kalıyordu. Her gün kurduğu sofrada bugün de başka bir yenilik yoktu, memleketten gelmiş çeçil peyniri, kendi kırıp kurduğu yeşil zeytin, mahallenin kadınları ile pişirdiği tandır ekmeği az önce kaynattığı haşlanmış yumurtalarla, taze demlenmiş çay ve şeker. Sofrayı, sobanın yanına serdi. Gelip kahvaltı etmeleri için çocuklara seslendi.
3
Adam hep en son uyanırdı. O sabah da öyle olmuştu. Aceleyle, yalandan yüzüne çarptığı suyu silmeden yatak odasının kapısının arkasında asılı kıyafetlerini giydi. Yüzünden sızan suyu kolunun tersiyle sildi. Sobanın yanına yayılmış hazır sofraya oturdu. Çoraplarını sobada ısıtıp ayağına öyle giydi. Televizyonda çizgi film bitmiş, sabah haberleri başlamıştı. Çayının şekerini karıştırırdı. Haberleri göz ucuyla takip etti. Dün akşamdan sobanın üstünde kalan portakal kabukları ısındıkça eve kış kokusu doluyordu. Karısı akşam portakalları soyup dilimleyip eline vermişti. Teşekkür beklemeyen kadına, teşekkür etmemiş, soyulan dilimleri itiraz etmeden yemişti.
Hatice’nin başına gelenden tam bir hafta önceki uyandıkları bu sabah evde henüz kimse kimseyle konuşmamıştı. Sadece kadın çişine tutan Mahmut’a kızmış, Hatice’ye de biraz huysuz “Kalk kız yerde yatma, karnın ağrır,” demişti.
Hatice kafasını öbür yöne çevirdi. Televizyonun yükselen sesiyle uykusu bölündü. Yeni uyuduğu yirmi dakikanın zindeliğiyle yerdeki halının desenlerini izlemeye başladı. Halıda en çok kızgın tencerenin yapışan tabanından kalan halıda yanık halka halka izleri izlemeyi severdi. Yanan halının birbirine karışmış renkleri ve erimiş desenleri arasındaki tencereye ait marka yazsını tırnağını sürtüp heceleyerek okumaya çalışırdı bu sabah izin yakınına gidip izlemeye üşendi, tırnağını da halıdaki ize sürtmedi. Uzaktan usulca gözüyle sevdi.
Kışlık reçeller, domates konserveleri, turşular ve evin rutin döngüsel hareketinin içinde vardiyalı bir fabrikayı andıran ev, bu sabah güne böyle başladı. Kahvaltılarını yaptılar. Ellerini yüzlerini yalandan yıkadılar. Kadının ördüğü süveterleri, babalarının aldığı kürklü montları giydiler. Boğazlarına kadar çektiler fermuarları. Mahmut üçüncü sınıfa gittiği için ilkokul bire giden kardeşinden sorumluydu. Annesi, her gün sıkıca tembihler, “aman ha kardeşine sahip çık,” diyerek tembihle, dualarla uğurlardı kardeşleri. Sabahları okul yoluna doğru, Hansel ve Garater'in şeker sevdasına pek benzemeyen bir macerada el ele ayaza karşı yürürlerdi. Mahmut Hatice’nin elini hiç bırakmaz Hatice huzursuzlanır, “Çok sıkıyon elimi ya!” diye şikayet ederken, Mahmut onu duymazdan gelip, kardeşini daha bir çekiştirerek adımlarını hızlandırdı.
Okul, ev sonra tekrar okul. Güneşli kış günlerinde sokakta saklambaç, soğuk günlerde evde evcilik oyunları, Yine öyle geçti bir hafta.
4
O gün hava parlak ve maviydi. Kış güneşi toprağı ısıtırken ihtiyarlar evlerinin önüne attıkları sandalye ve minderlerde sırtlarını güneşe verip kemiklerini iliklerine dek ısıtıyordu. Kadınlar güneşli günü fırsat bilip tandırda ekmek pişirmek için sözleşmişti. Tandırda ekmek yapan kadınları izlemeye bayılan Hatice, kadınların eteğinde dolanırken, Mahmut arkadaşları ile top oynuyordu. Herkes kendi gündeminde güneşli günden memnundu. O cumartesi, çocuk bağrışmaları, kadın dedikodularına karışmış, Muşlu tepesinde sıradan bir günün sesleri öğlen vaktine yayılmıştı.
Muşlu dedikleri insanlar, Ahıska’dan (Rusya ve Gürcistan’dan) zulümden kaçıp Muş’a iskan edilen, yerli halkla uyum sağlayamadıkları için tekrar Muş’tan Hatay Kırıkhan’a taşınmış göçmenlerdi. Muşlu olmayan bu insanlara Muşlu denmesinin sebebi de bundandı. Kırıkhan’da bir tepeye yerleşmiş, orada kendi yemeklerini yapıp ,kendi konuşmalarını konuşmuş, uzaktan akraba Ahıskalı sülaleler birbirine kız alıp kız vermiş, biraz olsun rahata erip orayı kendilerine yurt bilmişlerdi. Geldikleri toprakların hüznünü içinde yaşayan bu insanlar birbirleri ile böyle teselli bulmuştu.
Ekmek pişirmek de belli aralıklarla gündelik yaşantının bir parçasıydı. Sırayla birbirlerine yardım edip, yerde oyulmuş bir çukurun dibindeki odun ateşinde, tandır ekmeklerini tandırın duvarlarına yapıştırıp kendi usullerince pişiriyorlardı. Ekmek pişirirken bir yandan Ahıska ağzı ile söyleşir gülüşürlerdi. Kadınların sağlıkla parlayan yüzüne vuran tandırın ateşi yüzlerinde parlayıp söner, kadınların yüzü alevlerle ısındıkça yanakları ala boyanırdı. Hatice ateşin dibinde bitmiş, hayran hayran izliyordu. Kadınlar sıkça, “Uzak dur aman!” diyerek onu uyardı. Uyarılarına karşı bir adım geri çekilip uzaklaşan, sonra usul tandıra sokulan Hatice de her seferinde çukurun dibinde yanan odun ateşinin cazibesine yenik düşüyor kadınları dinlemiyordu. Gün boyu bazen olduğu yerde çömelip, bazen de ayakta dikilip tüm gün tandırı izledi. Gün bitmeden kadınlar ekmeği bitirdi. Taze ekmeklerini üst üste yığdıktan sonra toparlanmaya başladılar. İki kadın da arkası dönük son işlerle uğraşırken birden ince bir çığlık koptu. Sonrası feryat figan. Kadınlardan biri diz çöküp dövünüyor, diğeri tandırın başına koşup koşup geri çekiliyordu. Diğer kadının canı boğazında, göğsünü dövüp bağırarak yardım diliyordu. Tüm Muşlu tepesi, dağa vurup çarpan çığlıklarla yankılandı. Evdekiler pençelerden, kapılardan başlarını uzattı. Kimisi terlikli kimisi terliksiz yalın ayak sokağa hücum koştu. Cehennem kargaşası şaşkınlığı ile insanlar ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, çığlıkların yönünü kulakları ile tayin ederek sesin geldiği yeri bulmaya çalışıyordu... Top oynayan Mahmut ve arkadaşları da oyunu kesti. Çocuklar birbirlerine şaşkın bakıyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlamlandıramadıkları bir dehşetin içinde panik halinde birbirlerine bakarken Mahmut’un içinde bir şey koptu. Gözünün alabildiği yerlere bakıp hızlıca taradı. Gözleri kardeşini arıyordu. Hatice’yi bulamadı, yoktu. İçinde başına gelen kötülüğü bilen ama yine de umut eden bir duygu yayıldı. Öte yandan İçindeki ses, kötü bir işin başına geldiğini kesin söylüyordu. Seslere doğru koştu. Felakete koşan insan, başına geleceği felakete doğru yaklaştıkça daha net bilir. Mahmut da öyle bir bilme ile koştu. Yüzüne yaşlar boşanmaya başladı. Gözlerinin buğusu görmesine engel, önünü seçemeden kalabalığın biriktiği yöne koştu. O ânın tasviri yoktu. Acının düğüm düğüm boğazda biriken somut halinin de. Bazı acı, ete kemiğe bürünür göğsüne yerleşip bir ömür kalkmaz oradan kimliği olur, gerçeği olur ya hani insanın, Mahmut’un koşarak yaklaştığı acı da o türdendi.
Kopan çığlıklar ayyuka çıktı. İnsanlar uğundu. İnsanlar dövündü. Sonra sessizlik oldu. Herkes sustu. Sanki zaman durdu. Yaşam durdu.
Kedi fareyi hâlâ kovalıyor mu? Eve dolan ılıklık, talaş kokusu, Hatice’nin üşüyen acıkmış karnının gurultusu, eve yayılan çiğ çay kokusu…