Nizar Kabbani'ye açık mektup


Sevgili Nizar,

Bilsen ne kadar uzun süredir yazmak istiyordum sana. Bu mektubu yazma düşüncesinin, ne kadar uzun süredir aklımın bir köşesinde çakılı olduğundan haberin olsaydı keşke. Yazılması gereken bir yazıyı erteleyip durmaktan daha beteri yoktur oysa. Bir araya gelmeyi bekleyen kelimeler, gökyüzünde öfkeyle kanat vuran kuşlar gibi uçuşur durur. Ve kafanın içinde, çığlık sesine benzeyen garip sesler çıkarırlar sürekli. Sana anlatmak istediğim öyle çok şey vardı ki. Bir sürü hikaye. Kimisi komik, kimisi ise hüzünlü. Hepsi de bize dair, bizim insanlarımız hakkında. Bizim yaşadıklarımız, bizim başımızdan geçen şeyler yani. Biliyor musun, bir “biz” hâlâ var çünkü. Bizim hayallerimiz, bizim kavgamız diye bir şey hâlâ var. Defalarca tökezlemiş ve yere kapaklanmış olsak da, hatta üstümüz başımız çamur içinde kalmış da olsa, yüreğimizin orta yerinde çarpmaya devam eden ve her nereye gidersek gidelim bizimle birlikte, yanı başımızda yürüyen bir “biz” var. Biz varız.

İdlip’te 10 yaşında bir çocukla tanışmıştım. İsmi Yahya. Çadırların arasında bir köşede duruyor ve erzak dağıtımını izliyordu. Sonra yanıma geldi ve gülümsedi. Babası yokmuş, annesi ve dayısı varmış sadece. Sarıldık. Vücudu buz gibiydi, titriyordu ama sürekli gülümsemeye devam ediyordu. Tuhaf bir şekilde de mutlu görünüyordu. Ona çok yakışıklı olduğunu söylediğim zaman bana “ben de seni çok beğendim” diye karşılık vermişti. Gitmem gerekiyordu ama Yahya’yı nasıl tekrar nasıl görecektim, nasıl konuşacaktık bir daha? Telefonu yoktu. Ancak henüz 20 yaşlarında bir genç olan dayısının telefonu varmış. Dayısının numarasını aldım ve böylece İstanbul’a döndükten sonra da Yahya’yla sürekli konuşmaya başladık. Saçlarını ıslatıp parmaklarıyla tarıyor ve fotoğraflarını gönderiyordu bana, bazen de görüntülü konuşuyorduk. Ve Yahya konuşmalarında hep “biz” derdi. Bize ne zaman geleceksin? Biz ileride hep birlikte gezmeye gidelim mi? Biz yemek yemeğe gidelim? Biz sinemaya gidelim mi? Biz, bir çocuğun ağzından dökülen en güzel duaların ortak öznesiydik yani.

Sevgili Nizar,

Bu satırları kavgamızın orta yerinden yazıyorum sana şimdi. Evet biz ve bizim o büyük, o muazzam kavgamız. “Ey kendisi için savaşlar çıkardığım, milletlerle boğuştuğum ve kabilelerle” diyordun bir şiirinde. Bizim bir yanımızda 7 Ekim’den bu yana bombardıman altında olan Filistin halkı, bir yanımızda ise büyük bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Suriye halkı var şimdi. Daima bir şeylere rağmen dimdik ayakta durmaya devam eden dostlarımız, abilerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz var. Ve onlarla birlikte ayakta durmaya çalışıyoruz. Hep ihanete ve istismara uğrayan, hep haksızlıkla ve ikiyüzlülükle mücadele etmek zorunda kalan, hep yalnız bırakılmak istenen, hep kalbi kırılan, hep yanlış anlatılan, hep çeşitli iftiralara maruz kalan bizim o kocaman ailemizin namusunu hep birlikte savunmaya çalışıyoruz.

Biliyor musun vefatından önce seninle son röportajı yapan arkadaşın Suriyeli şair Nuri el Cerrah, aradan seneler geçtikten sonra benim sadece en sevdiğim hocalarımdan birisi değil abim ve can dostum oldu aynı zamanda. “Ey sahillerde titreyen Suriyeliler, yeryüzünün her tarafında başıboş dolaşan Suriyeliler. Ölü toprakla doldurmayın ceplerinizi. Yeryüzünü terk edin ama ölmeyin. Bırakın dil defnetsin sizi tariflerinde. Ölüp de toprağa gömülmeyin.” diye yazmıştı bir şiirinde.  Sonra da şöyle devam etmişti: “Sessizlikten başka hafızası yoktur toprağın. Her tarafa yelken açın. Ruhlarınızın hercümercini kazanın. Fırtınanın ve kurumuş otların ardından her dilden ayağa kalkın; her kitapta, her ecelde ve her düşte. Her toprakta doğrulun. Ve canlanın nasıl canlanıyorsa şimşek ağaçlarda.”

Ben Nuri hocamı, Nuri abimi ya da onun söylememi istediği şekilde dostum Nuri’yi tanıdığım zaman, bir şairin aslında nasıl da tepeden tırnağa ızdırap ve öfkeden ibaret olduğunu görmüştüm. Bir şair, şiirlerini nasıl yazar, bir şairin hayata bakışı nasıl olur, bir şair yüzlerce yıldan beri süren bir kavgayı nasıl sırtlanır, onu izlerken görmüştüm. Midilli’ye seyahat etmiş ve denizlerde halkından bir iz aramıştı. Binlerce kadın, çocuk ve erkek hayatlarını teknelere teslim ediyordu ama Midilli’ye varmadan yutuyordu deniz onları. İsimlerini bile bilmiyorduk pek çoğunun. Ya da nereli olduklarını. “Şam’ın minareleri ağaç gibi ağlar ve kucaklar beni, adeta canları var” diyordun ya sen hani. Şamlı mıydılar mesela ya da Halepli mi? “Minarelerin de insanlar gibi yüzleri var” diyordun bir de. Hangi minarelerin yüzünün gölgesi düşmüştü yüzlerine?

Ben Suriyeli yazarları tanıdığım zaman kendi yazarlığımdan utandım, sevgili Nizar. Sabra ve Şatilla katliamının da canlı tanıklarından birisi olan dostum Nuri el Cerrah’ın anlattıkları karşısında uzun uzun kendimi izledim aynada. Ve dostum İbrahim al Jabin’in. Sen onu zaten tanıyorsun ama İbrahim’i sana anlatabilirim ki? Romanlarıyla Suriye’de yaşanan her şeyin muazzam bir anlatısını sunan İbrahim’in öfkesi hayatım boyunca gördüğüm en haklı öfkelerden birisiydi. İbrahim, dünyayı ayağa bile kaldıracak olsa yerden göğe kadar haklıydı. Onun karşısında her kim duruyorsa ise haksız olmaya ve kaybetmeye mahkumdu. Filistin davasına verdiği destek nedeniyle İsrail zindanlarında 300 gün geçiren ve senin de yakın arkadaşın olan Hayri ez Zehebi hocamın belki de herkesin “artık bitti” dediği anlarda bile ayakta durmaya ve bağırmaya devam eden o soylu inadı ise, şimdiye kadar karşılaştığım en muazzam sahnelerden birisiydi. Ve biliyor musun, arkadaşın Hayri ez Zehebi, tam 2 sene önce bugün vefat etti.

Biz hepimiz, yani Suriyeli ve Filistinli yazar arkadaşlarımız, kocaman bir aile olduk. Dost olduk, sırdaş olduk. Arkadaş Zekai Özger isminde bir Türk şair vardır, eskiden çok okurdum, şimdi sana yazarken bir anda aklıma düşüverdi. Onun bir dizesi var. Der ki; “Yüzünü kanla yıkayan dostum. Senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül, benim yüreğimi harmanlayan isyan olsun.” Biz kavga arkadaşı olduk, yoldaş olduk. Onların halklarına olan büyük bağlılıklarını, Şamlı ayakkabı boyacısına, Halepli öğretmene, Kudüslü işçiye, Gazzeli öğretmene olan derin sevgilerini ve en ağır bedeller karşısında bile kalemlerini satmadıklarını görmeseydim, ben de şimdiki ben olmayacaktım. İnsan haysiyetini savunmanın ve bu uğurda omuz omuza mücadele etmenin, beraber ağlamanın, beraber gülmenin, beraber planlar yapmanın, beraber başarılı olmanın ve hayatta beraber başarısız olmanın, şu hayattaki en soylu dava olduğunu böylesine sarsılarak hissetmeyecektim.   

Sevgili Nizar,

Bugün 4 Temmuz 2024. Sen gideli 26 sene olmuş. Ve biz bugün hep birlikte namusumuzu savunmaya ve türlü şeytanlıkla mücadele etmeye çalışıyoruz yine. Filistin’e bombalar yağarken, Türkiye’deki Suriyelilerin evlerini, işyerlerini hedef gösteren yani ekmeğini yediği, suyunu içtiği ülkesinde beşinci kol faaliyeti yürüten şeytanlara karşı dimdik ayakta duruyoruz. Kapalı kapılar arkasında bilmem nerenin istihbarat örgütlerine ırzlarını teslim ettikten sonra karanlık gölgeleriyle peşimiz sıra dolaşmaya başlayan herkese “hodri meydan” diyoruz. “Bize” düşmanlık eden ve “bizi” yok etmeye çalışan herkese “Allah belanızı versin” diyoruz, onun bunun evladı diyoruz. “Namaz kıldım sönünceye dek kandiller, usanıncaya kadar rüku ettim” diyordun ya hani Kudüs şiirinde. Şeytana yoldaşlık eden herkese karşı güç vermesi için bizler de rüku ediyoruz Allah’a.  Ellerimizi kanata kanata kötü otlardan temizlemeye çalışıyoruz bahçemizi. Şiirimiz de bunun için var artık, öykülerimiz de. Bizler, bu saatten sonra mağlup olmak için değil mağlup etmek hem de büyük mağlup etmek için varız. Tepesine bombalar yağan çocukların, narkoz dahi olmadan ameliyata giren doktorların, uzak denizlerdeki soğuk dalgalarda boğulanların, zindanlarda çürütülenlerin intikamını, aramızda hala darbeci generalller gibi kasıla kasıla gezen ve zalimlerle iş tutanlardan almak için varız.  Şeytanı rezil rüsva etmek, “bize” karşı beşinci kol faaliyeti yürüten herkesi ta cehennemin en dibine kadar göndermek için varız. Bu memleketin evlatlarını mankurtlaştırıp yabancı istihbaratların maşası haline getirenlerin anasından emdiği sütü burnundan getirmek için varız.

Biliyor musun, İstanbul’da tanıdığımız Suriyeli bir aile var, sevgili Nizar. İki evlatlarını bir bombardıman sonucu kaybetmişler. Ailenin babası olan abinin de kulakları sağır olmuş, işitme cihazı yardımıyla biraz duyabiliyor. Bu abi, Ümraniye’de inşaatlarda çalışıyordu. Bir gün evlerine gittiğimde, sıcağın altında günde 12 saat çalışma karşılığı 200 lira kazandığını öğrenmiştim. O günlük yevmiyesiyle, ekmek ve ufak tefek birkaç erzak daha almanın mutluluğuyla girmişti kapıdan.

Ümraniye İnkılap Mahallesi’ndeki bir dükkanın altında yaşayan Suriyeli bir kadın da tanıyorum. 20 yaşındaki oğlu dışında kimsesi kalmamıştı hayatta. Oğlu Muhammed, terzilikten anlıyordu. Terzilerde, bizler aynı işi yapsak alacağımız paranın üçte biri kadar bir paraya çalışıyor ve annesini geçindirmeye uğraşıyordu. Muhammed, yardım kabul etmiyordu. Bir keresinde kırık Türkçesiyle bize “ben anneme bakacak kadar erkeğim” demişti. Ve eklemişti; “Bizden daha çok ihtiyacı olanlara yardım edin lütfen”

Kulağında işitme cihazıyla, inşaatların bilmem kaçıncı katında çalışarak ailesine dünyanın en helal ekmeğini yedirmeye çalışan şehit babası, emekçi abimizi “çöp” olarak tarif eden o kibri ise adam etmek için varız biz, sevgili Nizar. Annesinin biriciği Muhammed kardeşimizi “çöp” olarak tarif eden tuzu kuruların yüzüne “asıl çöp sizsiniz” diye haykırmak için varız.  Allah katında kıymetli olanın takva olduğunu unutan, mevkisine makamına, bitirdiği okullara, oturduğu eve ya da kullandığı arabaya güvenerek adam olduğu vehmine kapılan ve  insan onurunu ve emeğini hiçe sayanları gerçekten adam etmek için varız biz. Bizim en güzel dostlarımızın uğruna mücadele ettikleri halklarını yani “bizi” aşağılamaya, gururumuzu kırmayan çalışan ve kendilerini imtiyazlı gören herkesin suratına helalinden bir tokat çarpmak için varız. Had bildirmek için varız.  

Sevgili Nizar,

Şöyle demiştin bir keresinde; “Sen kim olduğuna karar veremediğin zaman, senin kim olduğuna başkası karar verecektir: Sen kendini yönetemediğin zaman, başkası gelip seni yönetecektir.” Bizim büyük yazarımız Kemal Tahir ise şöyle der; “Kafamda sürekli bir meydan savaşı var. Birlikler devriliyor, saflar biçiliyor.” Bizim kafamızda da yönetilen değil yöneten olmak için bir meydan savaşı yaşanıyor sürekli.  Kafamızın içinde kılıçlar çekiliyor, bombalar atılıyor. Onlar var, biz varız. Ama Allah da var. Allah herşeyden ve herkesten büyüktür. Vallahi de bütün yaşananları da görmekte ve işitmektedir. Bizi de görmektedir, onları da.

Bir şiirinde “Ey Allahım... Ey güneşin, ayın, yıldızların ve ışık veren her şeyin yaratıcısı. Ey dalganın, rüzgârların, kuşların, gemilerin, devinen her şeyin yaratıcısı. Zindanımızın kapısını aç.” yazmıştın. Biz buradayız. Mağlup olmaya ve savaş meydanını terk etmeye de niyetimiz yoktur.  

Unutmadan, saçlarını ıslatıp parmaklarıyla tarayan İdlipli Yahya da ileride şair olmak istiyormuş ve en büyük hedefi de senin gibi bir şair olabilmekmiş. Tıpkı senin gibi bizi bize anlatan, bizi onlara anlatan bir şair. Bir de, ben çocukken çok meşhur olan Cem Karaca’nın evimizde hep çalan bir şarkısını dinleteceğim ona. “Bugün sen çok gençsin yavrum, hayat ümit neşe dolu. Mutlu günler vaat ediyor sana yıllar ömür boyu.” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu; “Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni. Doğarken ağladı insan. Bu son olsun, bu son”

Allah’ın rahmeti üzerinden eksik olmasın inşallah, sevgili Nizar. Şimdilik hoşça kal. Bizi merak etme. Buralar hep bizimdir. İstanbul da bizimdir, Şam da, Kudüs de…

Etiketler
Nizar Kabbani Peren Birsaygılı Mut Filistin Gazze Ben Beyrut Sabra ve Şatilla Nuri el Cerrah Suriyeliler İbrahim al Jabin Hayri ez Zehebi