Normalleşme arzusu, normalleşme korkusu


“Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz.” 1999 Gölcük depreminden sonra Ahmet Mete Işıkara’nın söylediği bu cümle depremi normalleştirmenin en basit formülünü veriyor bize aslında. Formülasyonun basitliği sebebiyle de yaşadığımız her deprem tecrübesinden sonra tekrar ve tekrar hatırlatılıyor. Fakat bu basit cümlenin, Maraş depremleri sonrasında toplumun içinde bulunduğu durum gözden geçirildiğinde daha geniş ve derin bir kavrayışla ele alınması gerektiği de açık. Çünkü meselenin, sadece depremin bir Türkiye gerçeği olması ve bizim de bunu dikkate alarak hareket etmemizle açıklanabileceğinden daha fazlası olduğu görülüyor. Ve giderek, ülkemizdeki gündelik hayat ile afet benzeri olağanüstü müdahale gerektiren (istisnai) haller arasındaki uçurum dikkate alındığında, cümlede geçen deprem kelimesi yerine farklı durumları da yerleştirebileceğimizi görüyoruz.

Evet bir uçurum söz konusu ve bunu tek tek bireylerin gündelik hayatı, toplum ve devletten beklentiler üzerinden ayrı ayrı gözlemlemek de mümkün. Burada özellikle devlete ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Devlet bizim hem en önemli normalleşme hem de acil müdahale aracımız çünkü. Bu sebeple de deprem ve benzeri durumlar söz konusu olduğunda yüzümüzü ilk devlete çeviriyoruz. Sahip çıkılma beklentimiz var. Devlet enkaz altında kalanları çıkarsın, çadır sağlasın, temel ihtiyaçları gidersin, yani içinde bulunduğumuz afete hemen müdahale etsin; ama aynı zamanda uzun vadeli barınma ihtiyacına cevap vererek, insanların iktisadı hayatını, eğitimi vs. düzenleyerek hızlıca toplumu da normalleştirsin istiyoruz. Bu iki durumun birbirine entegre edilerek düzenlenmesi bizi fazlasıyla ilgilendiriyor, eksik görürsek endişelendiriyor. Fakat bu iki fonksiyon da afet sonrası durum ile ilgili. Afet öncesine dönersek, devletin zaten olağanüstü hâl durumu oluşmadan önce gerekli hazırlıkları yapmış olmasını, deprem söz konusu olduğunda gerek denetimlerle gerekse acil müdahale birimleri ile depremin etkisini minimize edecek şekilde hareket etmesini bekliyoruz.

Şüphesiz buraya kadar hâlâ herkesin kolaylıkla kabul edebileceği bir soyutluk düzeyinde konuşuyorum. Diğer taraftan deprem sonrasında yapılan müdahale ve alınan kararların yerindeliğini de tartışmıyorum. Somut düzeyde bakıldığında çıkarılan yönetmelikler, 2009’da kurulan AFAD’ın etrafında şekillenen geniş örgütlenme ve hatta sivil toplumun da buna direkt ya da dolaylı olarak entegre edilmesi gibi şeyler küçümsenemez. Fakat bütün bunlar depremin yarattığı dehşeti ortadan kaldırmaya yetecek düzeyde de değil. Biz ne kadar dezenformasyondan, depremin büyüklüğünden vs. söz edelim, karşımızda müdahale gücünü aşan, yetişmekte zorlanılan bir afet durumu ve dahası depremin etkisi ile yıkılan şehirler, sönen ocaklar, yiten canlar var.

Bütün bu toz duman içinde gözlemleyebileceğimiz bir durum da var. O da olağanüstü hâl öncesi ve sırasında farklılaşan psikolojiler.

Normal gündelik hayatımızı düzenlerken ve kendimizi afet içinde bulduğumuzda kurduğumuz cümleler ya da eylem motivasyonlarımız aynı kaynaktan beslenmiyor gibi bir durum söz konusu.

Devletin her şeye gücünün yettiğini söylemek mümkün değil, hiçbir şey yapmadığını söylemek gerçekliğe aykırı. Diğer taraftan yıkılan evlere bir açıklama getirmek için bireysel hatalara ya da suçlara dönmek, içinde bulunduğumuz durumu ne kadar açıklayabilir? Malzemeden çalan müteahhit ya da kesilen kolanlarla afetin ne kadarını açıklayabiliriz? Bütün bunların yanında depremin büyüklüğünü nereye koyacağız? Benim amacım burada kestirmeden bir cevap üretmek değil. Bunların hepsi zaman içinde ancak soğukkanlılıkla araştırılıp cevap verilebilecek şeyler. Fakat bütün bu toz duman içinde gözlemleyebileceğimiz bir durum da var. O da olağanüstü hâl öncesi ve sırasında farklılaşan psikolojiler.

Normal gündelik hayatımızı düzenlerken ve kendimizi afet içinde bulduğumuzda kurduğumuz cümleler ya da eylem motivasyonlarımız aynı kaynaktan beslenmiyor gibi bir durum söz konusu. Toplum olarak gelişmek istiyoruz ve bunu entegre olduğumuz dünyadaki iktisadi örgütlenmeyi dikkate almadan yapamıyoruz. Devlet buna cevap veriyor, biz de bundan payımıza düşeni almada geri durmak niyetinde değiliz. İnşaatlar yükselmeli, ekonomi gelişmeli, istihdam sağlanmalı, kâr hesabı yapılmalı. Diğer taraftan toplumdan kendi hanemize yazılmak üzere bir şeyler koparabileceksek buna da devletin cevap vermesini bekliyoruz, ki devlet de buna cevap veriyor. Bir kat fazla çıkmak istiyorsak, buna hayır diyecek kimse yok aramızda. Sadece inşaatla ya da depremle alakalı değil. Depremin hemen öncesindeki EYT tartışmalarına döndüğümüzde bile buna benzer şeyleri gözlemek mümkün. Afet durumu söz konusu olduğunda ise bu sefer belki önceki durumla açıklanması mümkün olmayacak kadar yoğun bir fedakârlık da söz konusu, canımızdan da malımızdan da. Bu iki psikolojiyi birbiriyle uyuşturmakta zorlanıyoruz kısacası.

Bütün bunları dikkate aldığımızda şunu görmek de mümkün: en basit haliyle her şeyi ne devletin eksikliği ne de malzemeden çalan kişi ile açıklayabiliriz. Afet (ya da maden kazası ya da savaş vs.) durumu öncesinde bireyde devleti eksiklikleri gidermeye ya da hatadan uzak durmaya sevk edecek bir irade var mı, devlet bireyi toplumun geri kalanının aleyhine kendi çıkarının peşinde koşmaktan alıkoyacak şekilde sahipleniyor mu? Bu soruları sormak gerekiyor ve açıkçası bunlar cevaplanması kolay sorular da değil. Zira bunları yaratan koşullar üç beş hatta otuz elli senelik veya o ya da bu hükümetin siyasaları ile açıklanabilecek meseleler değil. Daha derindeki bazı yapısal, toplumsal gerilimlere dönmemiz gerekiyor. Açıkçası bu sorular afet bölgesinden uzakta, bütün doğruluğuyla yanlışları tespit eden kişiler için de geçerli. Tek tek, tekil birtakım doğrulara işaret ediyoruz fakat bu parçalı doğrular birbirine entegre edilmiş değil. Bizi bütüncül bir düşünceye götürmüyor. Nihayetinde herkes kendi doğrusuna sımsıkı tutunmuş halde.

Normalleşme arzusu ve korkusu burada yatıyor bana kalırsa. Afeti yaşadık, normalleşmek bir tercih değil, ihtiyaç ve zorunluluk. Fakat bu ihtiyaca ve zorunluluğa dönük arzunun ardında bir korku da yok mu? Bu kadar büyük bir afetten, yitirilmiş canlardan sonra bu kadar kolay mı normale döneceğiz yorumu yapanlar var mesela. Ben acaba bu arzu ile korku arasındaki çelişkide, gündelik hayatımız ile afet durumunda sahip olduğumuz psikolojiler arasındaki uçurumun etkisi var mı sorusunu soruyorum açıkçası. Şunu da tekrar etmek gerekirse, bu durumun da sadece son yaşadığımız Maraş depremlerinin yarattığı dehşet ile sınırlı olmadığını görüyorum. Bir bütünlüğe ihtiyacımız var. Parçalı doğruların üstünde bütüncül bir düşünceye, stratejiye. Zira ne devletin doğrusu ve yanlışı ne bireylerin ahlaksızlığı ve fedakarlığı tek başına açıklama gücüne sahip. Bütün bunların ötesinde ise şu soru kendini hatırlatıyor: Böylesi bir düşünce ve stratejiye talip miyiz?

Etiketler
1999 Gölcük depremi 2023 Kahramanmaraş depremi Ahmet Mete Işıkara normalleşme deprem AFAD EYT afet malzemeden çalan müteahhit