O küçük insan dağı; Şabra ve Şatilla’dan bir sayfa
17 Eylül 1982
O sabah henüz 26 yaşında bir genç olan ben, Associated Press’te muhabir olarak çalışan İtalyan bir kız arkadaşımla buluşmaya gitmiştim. El-Hamra caddesine yakın bir yerdeki buluşma yerimize, bir gazeteci uğradı ve kamplarda korkunç şeylerin olduğunu söyledi. Arkadaşım Paula ile kampa doğru yola fırladık. Spor tesislerinin olduğu taraftan oraya girmek istiyorduk. Orada nöbet tutan İsrailli subay onun girmesine müsaade etti, beni ise geri çevirdi. Bildiğim başka bir yolu takip ettim ve kendimi el-Fakihani bölgesinde Fetih Yokuşu olarak adlandırılan ve kampın hemen adında bitişiğindeki sokakta buldum.
Sabra caddesine bakan Fetih yokuşunda şuursuz biçimde oturuşumun üzerinden ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum. Aniden gelen kıyamet gününde, olduğu yere çöküp kalan birisi gibiydim. Durumum aşırı şaşkınlık ve bedensel çöküşün karışımıydı, dayanma gücünün çok üzerindeki bir cezaya maruz kalan çocuğun korkusuna benziyordu. Bu duyguyu çocukluğumun bazı dönemlerinde de tecrübe etmiştim. Ancak nereden geldiğini anlamadığım bir kurşun sesiyle kendime geldim. Bunu bir tabancadan gelen aralıklı kurşun sesleri izledi. Filistinli direnişçilerden birinin direnmeye devam ettiği hayal ettim, diğer hayalim ise hala hayatta olan birinin daha öldürülmesiydi. Sonucunu tahmin edemeyeceğim bir maceraya atıldığımı hissettim, yerimi terk etmeye cesaret edemiyordum.
Bulunduğum yerde adeta bir psikolojik felç ve bedensel çöküş yaşıyordum. Berbat bir histi. Kampa doğru ilerleyemiyordum. Üzerimde geri dönme düşüncesinin şiddetli endişesi ve korkusu vardı. Bir saat, belki de daha fazla geçmişti. Bu süre zarfında, daha önce tanık olduğum tehlikeli veya ölümlü olayları hatırladım ve bunlara daldım. Küçük bir çocuğu hatırladım, ailesi Şam’daki evimizin yanında ikamet ediyordu. Diğer çocuklar onu kaktüs meyvelerinin bulunduğu nehre götürdüklerinde henüz beş yaşını geçmemişti. Diğer çocuklar çoktan evlerine dönmüş, banyo yapmış ve yatmışlardı. O çocuk ise nehrin dibinde uzanmış yatarken, babası şehirde dolaşıyor, onu arıyordu. Ölüm, çocukluğumda gördüğüm bu çocuğun ölümünden korktuğum kadar beni korkutamamıştı. Ondan en az altı yaş büyüktüm. Fakat okul formasına benzeyen mavi çizgili eteğiyle, şimdi yanımda uzanan bu kız kaç yaşındaydı ki o zaman? Üzerine kir ve kana bulaşmıştı… Düşünmeye devam edemedim çünkü arkamdaki sokaktan, uzaktan olsa da net şekilde duyulan bağrışma sesleri duyulmuş, bir hayat emaresi belirmişti.
Sesler yaklaşıyordu. Bağıranları, çığlık atanları ayırt etmeye başlamıştım artık. Bütün bu kargaşanın sebebi, elbisesi parçalanmış küçük bir çocuğunu tutan bir kadındı ve caddenin sonunda, uzaktaki bir adama bağırıyordu. Kim olduğunu net göremiyordum. Kadın yanımdan geçti ama beni görmedi bile. Saçlarının çoğunu kendi elleriyle yolmuştu ya da başka biri yolmuştu. Tutmaya devam ettiği yarı çıplak çocuk nedeniyle delirmiş gibiydi. Kadının her şeyi arkasında bıraktığı ve aklını kaybettiği açıktı. Feryat figan dövünüyor, boynuna kadar kana bulanmış yüzünü tokatlıyordu.
Beni kuşatan gücü asla tarif edemeyeceğim. Ahlaki mi, psikolojik mi, fiziksel mi, korku veya aşağılanma kaynaklı mı, yoksa öfke ya da umursamazlık mı, tam olarak belirleyemiyorum. Kaçmaya hazırlandığım yerden, senelerdir kapalı sinema salonunun girişinde duran ahşap sandıkların karşısında, öldürülmüş ve caddeye atılmış bir yaşlı ile bir kız çocuğunun cesetlerini görebiliyordum. Bulundukları haldeki varlıklarına alıştım ve gördüm sahnenin gerçek olduğuna emin oldum.
İçimde derin bir duygu, olan biteni kavramak için mücadele ediyordu. Duyularım, iki cesedin yakınında geçirdiğim zaman boyunca bu korkunç katliam yerinde kalabilmemi sağlayacak cesareti devam etmek için ihtiyaç duyduğum sabrı kazanmaya alışmış mıydı?
Sınırlarını muhtemelen hala bilmediğim bir suça şahit olduğuma kendimi hazırlayıncaya kadar yerimden hareket edip kampın merkezine yönelemedim. Daha önceden trafik kazası, boğulma, hastalıktan ölüm, intihar ya da Lübnan İç Savaşı döneminde trajedilere değin pek çok şey görmüştüm. Özellikle de 17 Temmuz 1981 sabahı el-Fakihani’de İsrail pilotları tarafından gerçekleştirilen ve aralarında yanmış çocuklar, arkadaşlarım, tanıdıklarımın da bulunduğu yüzlerce ölü ve yaralı bırakan katliamdan, bunu takip eden yılın yaz ayındaki Beyrut kuşatmasına kadar birçok olaya tanık olmuştum. Ancak şu ana kadar olanlar ve gördüklerim, hayatım boyunca şahit olduğum bütün facialardan daha büyüğüne tanık olacağıma işaret ediyordu.
Caddenin ortasında yanında oturduğum ve o adeta uyuyormuş gibi yatan yaşlıya ve kız çocuğuna veda etmek, bu acı verici son selam bana çok dokundu. Güçlü, irrasyonel fakat varlıksal bir duygu, hayat da ölüm de birdi. Bu felaket duygusunun hakikatini, bugün olduğu gibi göremiyordum. Bu veda ve selam; hayat hakları gasp edilen iki varlığa, var oluşun iki ucuna, yaşam yolculuğuna ve bütün bir halkı en iyi yansıtan resmin iki ucunaydı.
O an korkumdan utandım.
Şimdi elimden geldiğince dürüst olmaya çalışabilir miyim? Becerebilecek miyim peki? Şu an yazdıklarım beni kuşatan o duyguların aynısı mıydı? Bu tür bir durumda kişinin aynı duygu, kaygı ve düşüncelerini olduğu gibi koruması mümkün mü? İnsan hafızası, yıllar boyunca gördüğü bütün irili ufaklı ayrıntıları saklayabiliyor mu?
Bütün gücümle unutmak istediğim için birçok ayrıntıyı unuttuğum kesin. Çünkü herhangi bir çağırışımda hafızamın hemen onları gözümün önüne sermesi bana acı veriyordu. Ancak şu an önümdeki sahneyi hala canlı canlı görüyorum. Bunu edebi veya dilsel süslemelerle ya da olan biteni çeşitli anlam, boyut ve yönleriyle anlatan felsefi şekilde tasvir etmek için ise hala yeterli güce sahip değilim.
O yüzden tanıklığımın, kişisel bir kayıt ve gördüklerimin varlığım üzerinde bıraktığı tesirin tasviri olmasına çalışacağım.
Orada yürüdüğüm yolu anlatacağım önce. Kampın bulunduğu caddesinin ilk dörtte birlik bölümüydü. Arkamda, savaşçıların kuşatma sırasında kendilerine siper etmek için taşıdıkları küçük kırmızı kum yığınlarının artıkları vardı. Sanırım caddenin uzunluğu birkaç yüz metre, genişliği ise yedi metreyi geçmezdi. Sonunda Gazze Hastanesine ulaşan o dönemeçten önce ise küçük bir meydan vardı. Bombaların getirdiği yıkım, ortasında bir çeşme bulunan meydanı olduğundan daha büyük bir hale getirmişti. Buradan buldozerler geçmiş olmalıydı çünkü yerde palet ve büyük lastik izleri görülüyordu. Cadde boyunca, yıkılmamış ya da bombalamadan ağır hasa almamış tek bir bina yoktu.
Kuşatma boyunca kampın her karışı denizden ve havadan bombalamaya maruz kalmıştı. Bölgeyi bilmeyen birinin, kampta savaşın ve özellikle son üç gün yaşanan olayların ortaya çıkardığı yıkımı, sebep olduğu değişimi anlaması mümkün değildi. Evlerin çoğu yerle bir olmuştu. Bulunduğum yerin uzak bir noktasında, meydanın ucunda bir grup silahlı adamın sebil olarak konmuş musluğun yanında durduğunu fark ettim. Sıcak günlerde bu musluktan su içtiğimi hatırlıyorum, ancak şu an tamamen yıkılmış ve boruları ortaya çıkmıştı.
Meydanın yanındaki devasa bir buldozer enkazı kaldırıyordu. Bir süre düşündüm ve yerimde kaldım çünkü yoluma devam edersem yakalanacağıma inanıyordum. Fakat onlar kimdi? Filistinliler mi, el-Fakihani Mahallesi sakinleri mi, Lübnan polisinin adamları mı ya da İsrailli bir gazetecinin Commodore Oteli’nin kapısında, kampta olanlarla bağlantılı olarak gördüğünden bahsettiği Saad Haddad’ın milisleri mi? Tahminlerime devam etmedim ve terk edilmiş iki katlı bir binanın girişine yöneldim. Bir top mermisinin açtığı büyük bir delik buldum. Oradan, sadece direk ve demir parmaklıklardan oluşan ince duvar kalıntılarından oluşan, yerle yeksan binaların arasındaki bir boşluğa geçtim. Buradan kampın merkezi görülüyor, Gazze Hastanesi karşıdan seçiliyordu.
Kampı ilk defa böyle küçük görüyordum. Sakinlerinin aşırı fazlalığı, insanların biteviye hareketi dolayısıyla bana daima olduğundan büyük görünürdü. (Kamp dediğimde Sabra ve Şatilla’yı birlikte kastediyorum. Her ikisi yaklaşık yedi yüz metre uzunluğunda ve altı yüz metre genişliğindeydi. Öyle iç içe geçmişlerdi ki tek bir kamp halindeydiler. Ancak bazıları asfaltsız, aynı anda ikiden fazla kişinin geçemeyeceği çok dar birçok sokağı vardı.) 1981 yılının sonlarında yaşları 4-11 arasında değişen çocuklara resim ve yazı öğretmek için dar mahallelerinin birinde haftalarca kalmıştım. Hepsi Filistinliydi. Çok azı da Lübnanlı, Suriyeli, Mısırlı direniş gönüllüleriydi. Onlar şimdi neredelerdi acaba? O küçük mahalle ve bahsettiğim nedenle defalarca girip çıktığım o küçük evin, şu an üzerinden geçtiğim enkazın arasında bir yerlerde olduğundan neredeyse eminim.
Kampın merkezine ve iç mahallelerine yaklaştıkça yükselen kargaşayı duyuyordum. Buldozerlerin ve insanların gürültüsüydü bu. Mermi seslerini duyduğumu sandım. Rastgele yapılmış çinko çatılı küçük evlerin enkazları yüzünden yolun sınırlarını belirlemek mümkün değildi. Binaların kimisi betondan yapılmıştı, ancak yıkılarak aslına dönmüştü. Çatıların çoğunda teneke kullanılırdı. Önceden bildiğim ve daha küçük bir caddeye çıkan Filistin Sol Cephesi’ne de adını veren Demokrasi Caddesi’ni bulmaya çalışıyordum. Çok geçmeden yolu buldum ve bu caddeye çıktım. İnsan gürültüsü buradan geliyordu. Motor sesleri falan yoktu. Sadece bazıları korkmuş ve dehşete düşmüş küçük bir insan topluluğu vardı. Aralarında tek bir İsrailli bile yoktu. İçlerinde sopa ve demir çubuklar taşıyan 2-3 Filistinli genç ve hepsi yabancı olan gazeteciler vardı. Ön adını hatırlayamadığım, İsmail ailesinden gelen Sefir gazetesinin muhabiri Lübnanlı gazeteci ile Filistinli, Lübnanlı kadınlar ve çocuklar gözüme çarptı. Molozların arasından yaşlı bir adamı ağır hareketlerle çıkardıkları görülüyordu. Hareketlerinden çoğunun kamptan olmadığı belli oluyordu, belli ki kampı kontrol için dışardan gelmişlerdi.
Yaklaştıkça ağlama ve dövünme sesleri yükselmeye başlamıştı. Allah’ın ismi defalarca tekrarlanıyor ve bütün kesik, dehşetli ve yaslı cümlelere dâhil ediliyordu. Küçük kamyonetin arkasında gördüklerine inanamıyorlardı, gördüklerini kendi gözlerimle de görünceye kadar onların yanına yaklaştım. Kullanmaktan aciz kaldığım kameramı kaldırdım. Aralarındaki bir kadın, bir gazetecinin elbiselerinden çekiştiriyor, onun dikkatini başka bir yöne doğru çekmeye çalışıyordu: Çocuklarım, kız kardeşim, babam hepsi şurada. Akşam yemeği yerken hepsini boğazladılar, hala orda yerde duruyorlar işte… Yanlarında değildim… Neden, neden değildim ey Rabbim! Başka kadınlar da diğer gazetecilerden yardım istiyor, benzer şeyler söylüyorlardı: Gidin evlere ve görün… Bütün Filistinlileri, aileleri, çocukları katlettiler… Hamileleri, yaşlıları, çocukları, ey Rabbim çocukları katlettiler…
Kurumuş bir boğazla yaklaştım, dost olduğumu göstermek için kameramı kasıtlı şekilde kaldırdım. Bir enkaza doğru döndüm ve fotoğraf çekiyormuş gibi yaptım. Ellerim titriyordu. “Ne çekiyorsun?” Bir kadın bana doğru koştu, muhtemelen 50 yaşlarında bir anneydi. “Gel sevdiklerimizi, et yığınlarını çek.” Bazı gençler geliyordu, arkalarında Lübnan aksanı ile konuşan genç bir kadın vardı. Anladığım kadarıyla milislerin bütün Mikdad ailesini katlettiklerini düşünüyordu. Onlar Lübnanlı’ydılar. Filistinli kocasını, Lübnan polisinden olduğu söylenen adamlar, dört gün önce bilinmeyen bir yere götürmüşlerdi. O ise banliyöde annesinin yanındaymış. Çok güçlüydü. Fena olmayan İngilizcesiyle gazetecilere, içinde birçok cesedin olduğu sokağı işaret ediyordu.
Ellerinde sopa ve demir çubuklar taşıyan Filistinli gençlerin felaketin boyutlarını bildikleri açıktı. Ancak kadınları sakinleştirmeye çalışıyorlardı. İçlerinden biri katillerden intikam alma sözü veriyordu. Kadınlar feryat ediyor, bazıları ellerinde gözyaşlarına boğulmuş tozlu giysi parçalarıyla göğüslerini dövüyorlardı. Küçük kamyonet harap bir duvara çarpmış, şoför tarafındaki kapı açık kalmıştı. Orada, kamyonetin arkasında hayatım boyunca gördüğüm en acımasız sahne duruyordu. Gözlerimi yuvalarından fırlatan bir sahne.
Şu ana kadar anlattığım her şey, o kamyonetin arkasında uzanmış genç ve erkeklerden oluşan küçük dağı tasvirden kaçma girişimiydi aslında. Kamyonetin yanındaki duvar kan lekeleri ve kurşun izleriyle doluydu. Ancak şaşırtıcı olan kurbanların ayaklarının kalın elektrik telleriyle bağlı olması ve bu tellerin de kamyonete bağlanmış olmasıydı. Katiller kamyonetle kampın sokaklarında, onlar hala hayattayken mi dolaşmışlardı, yoksa bu katliamdan sonra mı oraya gelmişlerdi. Yirminin üzerinde genç adam vardı. Kanlı cesetlerinin üzerinde muhtelif aletlerle oluşturulmuş birçok işkence izi vardı. Bazıları kot pantolon giymişlerdi, bazılarının kafaları bedenlerinden ayrılmıştı, bazıları çizgili gömlekli, bazıları ucu yırtılmış kahverengi pantolonlu şişmiş cesetler, hepsi ölümün kucağındaydılar, üzerlerinde mavi sinekler uçuşuyor ve parlayan kanatlarıyla vızıldıyordu. Bu hallerinin üzerinden ne kadar süre geçmişti? Aralarında kimler kendi ölümüyle yüzleşmeden başkasının ölümünü görmüştü?
Hepsi sivildi. Birlikle öldükleri belliydi. Birlikte istiflenmişlerdi; çoğunun yüzü, kolları, omuzları, bacakları paramparçaydı. Sonra mermilerle delik deşik edilmişlerdi, kararmış haldeki kanları, vücutları arasındaki boşlukları doldurmuştu. Sonra akarak, kollara ayrılmış, gölcükler oluşturmuş, donarak kurumuştu. Tek bir et yığını gibi görünüyorlardı. Kan kokusu böcekleri kendine çekmeye başlamıştı. Sinekler yüzlerinde, organların üzerinde vızıldıyordu. Yüzünü avuçlarıyla gizleyen biri bağırdı; “La ilahe illallah”
O günkü genç bendim ve şöyle söylemiştim o zaman kendime: Kampta çöken duvarın altından yükselen o insan dağındaki her gözü, kolu, omuzu, alnı, ayağı, gömleği ve her damla kanı yazacağım, yazacağım ve yazacağım. Biz Beyrut’un güvenlikli bir yerindeyken içine düştüğümüz gafleti, dehşet içindeki o paramparça halimizi yazacağım. Bu küçük insan dağının önünde duruşumdan üç gece önce kampın üzerinde gördüğümüz ışık bombalarını izlerken neler düşündüğümüzü yazacağım. Kampın üzerindeki güçlü ışık bombalar hakkında ne düşündüğümüzü şimdi unuttum. Ancak İsraillilerin bununla, Odysseus'un gemisi işkence görmüş, karanlığa gömülmüş ve mağlup bir şekilde Beyrut limanından ayrılmasının ardından, savunmasız cesetleri parçalamak üzere kamplara soktukları sırtlanlara ihtiyaç duydukları ışığı sağladıkları kesindi.
Çeviren: Peren Birsaygılı Mut