Şehre karışmaya ilişkin bir otoanaliz
Gezmeyi sevmem. Şehir şehir dolaşmak ya da bir şehrin görülmesi gereken yerlerini görmek bana göre değil. Bu yüzden şairin şehirleri gibi bir başlık altında söyleyebileceğim pek bir şey yok. Üstelik böyle bir başlıktaki şehirler, fazlasıyla burjuva çağrışımlara sahip. Benim şehirden anladığım ise fazlasıyla taşralı ve kitabi çağrışımlarla örülü. Doğup büyüdüğüm köy, ilk gençliğimi yaşadığım kasaba bir heyula gibi şehrimin üzerinde oldu hep. Heyula mı, nimet mi? Bakalım.
Niyazi Berkes bir alan araştırmasında şehirli sayılmak için üç nesil şehirde doğup büyümüş olmak gerektiğini söylüyor. Bilmiyorum, sosyolojide genel bir kabul olabilir bu ölçüt. Dedemin babası şehirde doğup büyüdüyse şehirliyim demek ki. Kendimizi, yani en azından seksenli yıllarda doğan okur yazarları bu ölçüye vurduğumuzda köylülükten kaç kişi paçayı kurtarabilir? Araştırılası. Paçayı kurtarmak da nasıl bir ifade üstelik? Vakit kalırsa ona da bakalım.
Akil baliğ olduktan sonra, yani kendimi doğadan ayrıştırmayı yarım yırtık da olsa denediğim zamanlardan itibaren köyde ilk dikkatimi çeken şey doğanın var oluşuydu. Kendimi önce içinde, sonra yanı başında, çok sonraları karşısında bulacağım bir doğa vardı. Köydeki bütün hanelerin ışığı bir yerlerden düğmeye basılmışçasına aynı anda sönüyordu sözgelimi. Kar tek katlı evin yarı beline ulaşıp hayatı durduruyordu. Hayat durur muydu hiç? Ne var ki akışı hissettirecek deneyim zenginliği yoktu. Köyde günler ve aylar, nesneler ve yüzler, en garibi de acı, kaygı, neşe gibi duygular fotokopiyle çoğaltılmışçasına zamansızdı.
İster gündüz olsun ister gece, gökyüzü bütün heybetiyle kanıma işliyordu. Göğe bakmak için durağa ihtiyaç yoktu. Senetler harmana imzalanıyor, tarla komşuları arasında sınır kavgaları bitmek bilmiyor, sonradan toprak reformu, ATÜT, feodalizm, geç Batılaşma gibi fazlasıyla entelektüel kavramlarla ilişkilendireceğim olaylar, varlığını bağıra çağıra veya fısıldayarak fakat her halükârda kesintisiz duyuran doğanın ortasında yaşanıyordu.
Türk çocuklarının çoğunun yaşadığı sosyal hareketliliği ben de yaşadım. Üniversite okumak için Ankara’ya gittim. Ankara’da doğanın yerini kapılar aldı. Şehir benim için cadde boyunca karşılıklı sıralanan kapılardan ibaretti neredeyse. Yüksek binaların altında irili ufaklı kapılar. Her kapıdan girebilir, kim bilir neler görebilirdim. Halbuki köydeki kapıların ardında neler döndüğünü merak etmeme gerek yoktu. Sobanın yanına büzüşmüş çocuklar, Zonguldak kömürünün üstünde çıtırdayan kuru kozalak, tabiatın her çatlaktan sızan kokusu, börtü böcek, sonrası upuzun boşluk… Ankara’da ise bilmem kaç kilometre ötede dazlak bozkır uzanmıyormuşçasına her yer tıka basa doluydu. Kendime nasıl yer açacaktım?
Sanırım bilgiyle. Doğadan ayrışmanın mütekamil bir hal alması için öğrenmem gerekiyordu. Neyi, niçin öğrendiğimin farkında değildim. Şehrin sokaklarında kalabalığa karışmak ne kadar zevkliyse, ne işime yarayacağını bilmediğim bilgi kalabalığına dalmak da bir o kadar zevkliydi. Bu terbiye edilmemiş öğrenme aşkında yardımıma kültür kavramı koştu diyebilirim. Karmaşanın yanında düzen de vardı bu kavramın içinde. Şehre uyum yanında aykırılık, tatminle pişmanlık, bilgiyle sezgi, sanatla din, ciddiyetle züppelik, Ankaralı Namık'la John Coltrane. Geç kalmışlık hissiyatına ilaç gibi gelmişti bu kavram. Hızla akmam gerekiyordu.
Geç kalmak, bir hareketlilik tasviri. Geç kalan, olduğu yerde kalmıyor. Bir yerden başka bir yere giderken binbir türlü sebeple gecikiyor. Tam da bu nedenle sosyolojinin bir dönem gözde konularından olan köyden kente göç başlığı, ne yaşadığımı anlamamı kolaylaştırmıştır. Benim açımdan bu göç, şehirde mukim olmama rağmen bir bahanesini bulup kendini farklı zamanlarda yeniden üretmiş, üretmeye de devam eden bir göçtür. Zihnimde, dolayısıyla bedenimde taşıdığım geçmişle yine zihin-beden bütünlüğü içinde deneyimlediğim şimdi arasındaki otobanda trafik hiç seyrelmez. Her insanda böyle olduğu söylenebilir ama benim anlattığım geçmiş, belli bir yaştan öncesini olduğu kadar şehirden önceyi de imler.
Küçücük sandalyeye bağdaş kurup Sahlins okumamın anlamı nedir? Kendini sürekli yeniden üreten göç, böyle anlamsız sorularla insanın kendisini sürekli nesneleştirmesini de kaçınılmaz kılıyor. Göç, hem kopmayı hem bağlılığı çağrıştırıyor ilginç biçimde. Bu gerilimdeki insan, ağrıyan kas, yarısı çürük diş gibi kendini fark ederek yaşamak zorunda kalıyor. Bohem dedikleri şeyi ben olsam kopuk diye çevirirdim Türkçeye. Şehir kopuk zihinlerin vatanı bana göre. Bu kopukluğu ben her yönüyle olmasa da bazı yönleriyle tanıyorum.