Susmanın ve konuşmanın zamanı
Sezai Karakoç, 3 bin 500 kişinin hayatını kaybettiği Varto depremi ardından yazdığı bir yazıda[1] “Aç kalacakları, evsiz kalacakları, salgınla kırılacaklarını yazıp durdular. Bunlar gerçek bile olsaydı, insan, oradakilere acıyarak bunu saklardı. Bir insanlık çağında, bir erdem medeniyetinde, böyle bir felaket önünde, insanlar susar. Yardımdan başka bir şey düşünmez. Teselli ve umut verir. Tedbir ve tenkitler, sorumluların kulağına fısıldanır. Hesap, felakete uğrayanlar kurtarılıp acının üstünden belli bir gün geçtikten ve durum biraz yatıştıktan sonra sorulur,” diyor. Aynı yazının başka bir yerinde ise depremde ölenlerin dilinden “Durun. Birdenbire hiçliğe çarptık. Varlığı bulduk. Biz, dağılan kitabın uçuşan yapraklarıysak, siz de orada kalan yapraklarısınız. Yaprakların toplanıp kitabın yine kitap yapılacağı gün gelecektir. Hiçliği bilin, varlığı bilin ve öğretin. Siz, bu dünyadan uzanmış bir elin çevirdiği yapraklarsınız. Sizi okusunlar ve burayı bilmeğe başlasınlar. Yapılarınızı sağlam ve elverişli yapın ama sade ona güvenmeyin. O yapıdan size daha yakın olana güvenin,” demeyi de ihmal etmiyor.
İnsanlar susuyordu, teselli ve umut veriyordu; ancak erdem medeniyetine dahil olmayanların ise bol bol konuştuğunu görüyorduk. Kimi baraj çatırdattı, kimi ise yardım edenleri aşağılamak gayesiyle olmadık iftiraları savurdu.
6 Şubat’ta gerçekleşen ve Anadolu coğrafyasının tarihinde handiyse en büyük ‘doğal’ felaket sayabileceğimiz, Türkiye’nin üçte birini etkileyerek 45 bini aşkın canımıza mal olan “ikiz depremler”in oluşturduğu ahvalde bu depremden siyasi, sosyal, ticari, medyatik yahut başka türden bir çıkar sağlamaya çalışanların bol bol konuştuğuna, bu konuşmaların muhtevasının ise ekseriyetle gerçekdışı -doğrudan söylemek belki en iyisi- yalan ve yanlış olduğuna şahit olduk. Sezai Karakoç’un yazdığı gibiydi her şey: İnsanlar susuyordu, teselli ve umut veriyordu; ancak erdem medeniyetine dahil olmayanların ise bol bol konuştuğunu görüyorduk. Kimi baraj çatırdattı, kimi ise yardım edenleri aşağılamak gayesiyle olmadık iftiraları savurdu. Devleti düşman görenleri de gördük, kendi ırkçı yahut başka tür fantezilerini depremzedeler üstünden tatmin etmeye çalışanları da. Sözüm ona bir akademisyen uydurduğu yalan sonrası verdiği polis ifadesinin ardından sosyal medyada paylaştığı mesajda kendisini destekleyenlere teşekkür ediyordu. Hatta bir parti başkanı yerkabuğunun Anadolu plakasının Arap plakası tarafından sürekli sıkıştırıldığını söyleyerek kendi partisinin mülteci karşıtlığını meşrulaştırmaya bile çalıştı.
Sosyal medyadaki bazı kripto hesaplar tarafından yaygınlaştırılan ve deprem dolayısıyla yaşadığımız acıyı kanırta kanırta çoğaltmaya uğraşan bühtanlar depremzedelere teselli vermeye ve umut olmaya çabalayanların şevk ve iradesini kıramayacaktı elbette; lakin ahlak dışılığın ve siyasi çıkarcılığın bu kadar yaygın oluşu da bizi korkutmuyor değildi.
Her nedense başka zamanlarda seslerini pek duymadığımız ya da seslerinin bize duyurulmadığı jeologların, bilim adamlarının seslerinin gür çıkmaya başladığını da fark ediyorduk elbette. Kimi “Ben söylemiştim. Doğu Anadolu fay hattı Elâzığ depremi ardından stres yüklenmişti. Kırılacaktı. Ne yazık ki uyarım doğru çıktı,” derken kimi de uzunca bir süredir süren çalışmalarını pazarlama fırsatı bulmuşçasına TV’lerde boy gösteriyor, nerelere niçin dikkat etmemiz gerektiğini uzun uzadıya bize izah ediyor, tahminlerini sıralıyordu.
Neyi, nasıl, ne zaman konuşacağımızı kestirmeye fırsat bulamadığımız gibi neden, nasıl ve niçin susmamız gerektiğini de bilmiyorduk. Gerçekleşmesi her ne kadar ‘doğal’ sayılsa da alımlanışında mutlaka beşerî birtakım derslerin çıkarılmasının gerekli olduğu depremler ise ister öncü ister artçı olsun sürüyordu. Kimimiz artçı depremlerin artık günlük üç yüzün altına düşmesi ile normalleşmeye başladığımızı savlıyor ve teselli buluyordu kimimiz de binaların inşasında ve kullanımında yaşanan birçok sıkıntıyı gündeme getirmeye çalışıyordu.
Deprem bölgesi haricindeki şehirlerde deprem öncesi fahiş fiyata satılan evlerin fiyatının bir anda yarı yarıya azalması, ev kiralarının tekrar yükselişe geçişi gibi toplumsal ve iktisadi ahlaksızlığı belgeleyen örnekler geleceğe dair umutlarımızı törpülerken buna zıt olarak Türk halkının ideolojik, toplumsal, siyasal ve kültürel olarak çok farklı kesitleri tarafından deprem bölgesine yapılan hasbi yardımların çokluğu ise enseyi karartmamamız gerektiğini vurguluyordu.
Yolumuz metafiziğe çıkınca konuşmanın da susmanın da anlamsızlaştığını elbette biliyorduk. Ama yine de merak ediyorduk: Acaba ne zaman konuşmalı ya da susmalıyız?
[1] Dirilişin Çevresinde, s. 196-197