Taha Kılınç: "Filistin meselesini anlayabilmek için iki yüz yıl geriye gitmek lazım!"


Taha hocam, Filistin davasına olan yaygın bakış açısında önemli bir eksik yok mu? Filistin genelde 1948 Nekbe sonrası değerlendiriliyor ancak meseleyi Osmanlı’nın bölgeden çekilişinden ve sonrasında yaşayan İngiliz manda döneminden itibaren ele almamız gerekiyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Tarihi birbiriyle alakasız kompartımanlara ayırmak ve böylece hadiseler arasındaki mantık silsilesini koparmak, bizde ne yazık ki çok yaygın biçimde yapılan bir hatadır. Bahsettiğiniz nokta da bu hatalardan. Filistin meselesini dört başı mamur bir şekilde konuşabilmek için, belki 200 yıl geriye gitmek ve olayların gidişatını bütün boyutlarıyla ele almak gerekir. 1948’le başlatılan Nekbe süreci, bahsettiğim zaman diliminin yalnızca bir bölümüdür. Nekbe’yi Filistin anlatımlarınızın merkezine yerleştirirseniz, birçok soruya cevap veremezsiniz. Yarım yamalak ele alınan mevzuların ise, kafaların daha da karışmasından başka bir netice doğurması beklenemez.

Bu dönemde Siyonizm’in gelişimine doğrudan ya da dolaylı katkı sağlayan pek çok insan da görüyoruz. Özellikle Rus Yahudileri arasında. Bunlardan en dikkat çekici olanı da Eliezer Ben-Yehuda hiç şüphesiz. Kendini Filistin’e göç eden Yahudilere İbranice öğretmeye adayan Ben-Yehuda hakkındaki çalışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz lütfen?

Eliezer Ben-Yehuda (1858-1922), yakın tarihte yaşayan en dikkat çekici şahsiyetlerden biri. Ibranice, bugün dünyada yaklaşık 20 milyon Yahudi tarafından konuşulan canlı bir dil haline gelmişse, bu tamamen Ben-Yehuda’nın olağanüstü çabasının neticesidir. Öncesinde sadece ibadet dili olan ve sinagogların dışında hükmü geçmeyen İbranice, 1881’de eşi Devora’yla birlikte Kudüs’e yerleşen Ben-Yehuda’nın ısrarla ve inatla sürdürdüğü çalışmaların sonucunda, konuşulan ve yaşayan bir dile dönüşmüştür.

Eliezer Ben-Yehuda’nın, inandığı davaya kendisini tamamen adayarak ve herhangi bir dünyevî ödüle odaklanmadan çalışması, aslında klâsik dönemlerde İslâm âlimlerinin de çalışma yöntemiydi. Allah, bu dünyada böylesine aşkla çalışan herkese, çabalarının semeresini bahşeder. Muhatapların dinî-imanî durumlarından bağımsız, dünyanın şartlarından biridir bu. Ben-Yehuda da, dünya ölçülerinde çalışmalarının karşılığını bulmuştur.

Ben-Yehuda’nın ismini ilk kez 2008’de İbranice hocam Ronit Buano’dan işitmiştim. Çok çarpıcı bir öyküydü bu. Ortaya koyduğu çaba, biz Müslümanların nasıl çalışması gerektiğini gösteren, çok dikkat çekici ve öğretici ibretleri içeriyordu. Yıllar içinde kendisi hakkında epey detaylı bilgilere eriştim, aile arşivlerine ulaştım, Kudüs’te yaşadığı evi ziyaret ettim. Derken, Türkçede müstakil bir biyografisi bulunmadığından, Eliezer Ben-Yehuda’nın hayatını yazmaya karar verdim. Kitap şu anda bitmek üzere. İnşallah kısa süre içinde kıymetli okurlarla buluşacak.

Eliezer Ben-Yehuda 1922 senesinde ölüyor. Yani Nekbe’den seneler önce. Peki İsrail devleti, Ben-Yehuda’nın çalışmalarının nasıl bir katkısını gördü?

Eliezer Ben-Yehuda, 1922’de, gençlik yıllarından beri muzdarip olduğu tüberkülozdan dolayı öldüğünde, İsrail’in kurulmasına daha 26 yıl vardı. Dahası, Ben-Yehuda, sadık bir Osmanlı vatandaşı olarak, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar İstanbul’la iyi geçinmeyi çok önemseyen, Yahudilere Osmanlı vatandaşlığını salık veren bir insandı.

İsrail açısından baktığımızda, onun çalışmalarının hiç şüphesiz en önemli katkısı, İbranicenin Yahudilerin ortak diline dönüştürülmesidir. Bugün Yahudiler arasındaki bütün ihtilaf ve çatışmalara rağmen “İsrailliler” şeklinde bir üst kimlikten söz edebiliyorsak, bunda Ben-Yehuda’nın büyük katkısı var.

Ben-Yehuda bir de İbranice sözlük hazırlamış. Bu sözlükte en çok dikkatinizi çeken ne oldu acaba?

Sadece benim değil, dünya çapında Eliezer Ben-Yehuda’yı çalışan herkesin dikkatini çeken başlıca husus, yeni İbranice kelimelerin türetilme serüvenidir. Ben-Yehuda, 1881’den itibaren Kudüs’te profesyonel anlamda dil çalışmalarına başladığında, bir din dili olan İbranicenin kelime dağarcığı, modern hayatın hızlı gelişimi karşısında son derece yetersizdi. Ben-Yehuda, böylece, yeni kelimeler türetme ve onları yaygınlaştırma misyonunu da üstlenmiş oldu. Bugün modern İbranicede hâlâ kullanılan çok sayıda kelime, onun eseridir: Glida (dondurma), Ofanayim (bisiklet), Haşmal (elektrik), Rakevet (tren), Buba (oyuncak bebek), Mimhata (mendil)…

Eliezer Ben-Yehuda ayrıca çok sayıda masal, şarkı ve tekerleme de yazmıştır. Ki bunları ilk önce kendi oğlu Ben-Siyon üzerinde tatbik etmiştir. Ben-Siyon (İtamar) Ben-Yehuda, modern dönemde anadili İbranice olan ilk insandır. Babasının ve onun mutlak tesiri altındaki annesinin katı tutumu sebebiyle, İbraniceden başka dile maruz kalmasın diye Kudüs’teki evlerinden dışarı adım atmasına bile izin verilmeden büyütülmüştür. 

Aynı dönemlerde, Halil Beydes ya da Halil Sekekâni gibi dilbilim ve eğitim alanında çalışan Filistinli yazar ve aydınlar olduğunu biliyoruz. Eliezer Ben-Yehuda, Filistin’de yaşadığı ve bu çalışmalarını sürdürdüğü senelerde, Filistin toplumunun ileri gelenlerinden herhangi bir itirazla karşılaştı mı acaba?

Eliezer ve genç karısı Devora, Kudüs’e geldiklerinde, Mescid-i Aksâ’ya çok yakın bir noktada, Sûku’l-Kattânîn’in üst katında bir ev kiraladılar. Ardından Seferad  bir kadının evine kiracı çıktılar. Kadın çok dindar olduğundan, Devora’ya sürekli örtünmesini telkin ediyordu. Aydınlanmış (“maskil”) seküler bir babanın kızı olan Devora, din dışı bir ortamda büyütülmüştü. Buna rağmen, ev sahiplerinin ısrarıyla tesettüre girdi ve örtündü. Eliezer de sakal bıraktı, Şabat yasaklarına dikkat etmeye başladı, sinagoglara giderek ibadet ortamlarına katıldı.

Kudüs’ün eski Yahudi cemaatini en çok rahatsız eden şey, Eliezer Ben-Yehuda’nın İbraniceyi diriltme yönündeki çabalarıydı. Dindar Yahudiler, İbraniceyi “kutsal bir dil” olarak görüyor, İbranicenin “günlük hayatın süfli işlerinde” kullanılmasını bir tür küfür biçiminde algılıyorlardı. Fikir ayrılıkları, kısa süre içinde fiilî çatışmaya dönüştü. Eliezer’in çıkardığı Ha-Tsvi gazetesi, 1890’larda bir dönem Osmanlı hükümeti tarafından yasaklandı ve yayından kaldırıldı. Ben-Yehuda’yı Osmanlı’nın Kudüs’teki mutasarrıfına şikayet edenler de yine Kudüs Yahudileriydi. Hatta Eliezer, kendi dindaşlarının şikâyeti üzerine bir süre nezarette bile tutuldu.  

Nekbe öncesi Filistin halkına yönelik gerçekleşen çok sayıda katliam var. Bu katliamların, İsrail devletinin kuruluşuna giden yoldaki öneminden biraz bahsedebilir miyiz? Eliezer Ben-Yehuda, bütün bu katliamları meşrulaştırmak için çalışmış olmuyor mu esasında?

Eliezer Ben-Yehuda’nın Filistin topraklarında yaşadığı zaman aralığı 1881 ila 1922 arasıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise, ABD’ye giderek, New York Yahudi cemaatinin ekonomik desteğiyle İbranice sözlük çalışmalarına yoğunlaşmıştır. Savaş bittikten sonra, Filistin topraklarında İngiliz manda yönetimi kurulurken, Ben-Yehuda tümüyle kendi çalışmalarıyla meşguldür.

Eliezer Ben-Yehuda’nın katıksız bir Siyonist olduğunda kuşku yoktur. Ancak o aynı zamanda, yukarıda da ifade ettiğim gibi sadık bir Osmanlı vatandaşıdır. Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmesi idealini desteklemektedir, ama Araplarla iyi geçinilmesini, Kudüs başta olmak üzere Filistin’in bütün şehirlerinde Arap-Yahudi birlikteliğinin sağlanmasını vb. istemektedir.

Theodor Herzl’in çalışmalarını yakından takip eden Ben-Yehuda, Herzl’in teveccühünü ise kazanamamıştır. Herzl, 1898’deki meşhur Kudüs ziyareti sırasında Ben-Yehuda’nın şöhretini işitmiş, bilahare çok kısa olarak kendisiyle görüşmüştür. Ancak Herzl, İbranicenin Yahudilerin ortak dili haline getirilmesi projesini aşağılamış ve küçümsemiştir. Hatıratında, Ben-Yehuda’dan ve onun İbranice ısrarından son derece tahkir edici bir üslupla bahseder. Herzl, Yahudilerin ortak dilinin Almanca olması gerektiği kanaatindeydi.

Özetle söyleyecek olursak, Eliezer Ben-Yehuda’nın yaşadığı zaman dilimi itibariyle, Filistin topraklarında yerli Arap nüfusa karşı Siyonistlerin uyguladığı ve İsrail’in kuruluşunda çok kilit rol oynayan kitlesel kıyım ve katliam süreci henüz başlamamıştı. Bu açıdan, Ben-Yehuda’nın Araplarla münasebetler konusunda ana akım Siyonistlerden ayrı bir yerde durduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.  

Bugün Gazze maalesef yine ağır bir saldırı altında. Kelimelerle tarifi olmayan bir vahşetle yüz yüzeyiz. Aynı zamanda Gazze’de yerinden edilmek istenen binlerce Filistinli aile var. Yaşananları 2. Nekbe olarak değerlendirebilir miyiz?

Yaşananlara İkinci Nekbe diyebiliriz, ancak belki daha fazlasını da ifade etmek gerekebilir. Zira 1948 yılı itibariyle, hiçbir Arap ülkesi henüz İsrail’le barış anlaşması imzalamamış ve onun Ortadoğu’daki varlığını resmen kabullenmemişti. Bugün ise altı ülkenin (Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas) İsrail’le barış temelli ilişkiler kurduğunu biliyoruz.

Filistin davasında, başından beri iki temel sorun hep var ola gelmiştir. Bunları iki soru halinde formüle edersek, şöyle dememiz gerekir: 1) Filistin’i kim veya kimler temsil edecek? 2) Filistin’in çevresindeki ülkeler, İsrail’le nasıl bir mücadele sürdürecek? Başından beri yaşananlara bakın, bütün problemlerin temelinde bu iki sorunun yattığını görürsünüz. Filistin’de temsil meselesinin yarattığı karmaşa, mevzuya dışarıdan müdahil olan devletlerin kendi siyasî ajandalarıyla sürekli çarpışma halindedir. Bugün yaşadığımız karmaşanın da en kestirme özeti budur.

Sadece savaş ve bombayla gördüğümüz bir Gazze var. Bu parantezin dışında bir Gazze yok mu? Gazzeli olmak ne demek?

Aynı soruyu Suriye veya Yemen için de sorabiliriz. Uzun süreli savaşlar, çatışmalar ve işgaller, İslâm coğrafyasındaki kadim şehirlerin esas kimliklerini ve derinliklerini de unutturuyor. Gazze deyince bugün aklımıza sadece işgal ve bombardıman geliyor. Oysa o coğrafya, Müslümanların tarih algılarında son derece derin izler bırakmış bir bölgedir. Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’in kabri Gazze’dedir. Hz. Ömer’e atfedilen çok sayıda ulu camiden biri yine Gazze’dedir. Deniziyle, bereketli topraklarıyla, munis ve müşfik insanıyla, Gazze bizim Gazzemiz ve İslâm âleminin nazenin çiçeğidir.

Türkiye içindeki yabancı karşıtlığının Filistin meselesinde son olaylara bakışı da etkilediğini düşünüyor musunuz?

Türkiye’de ne yazık ki ciddi bir ırkçılık problemi var. Bu bazen faşizm boyutlarına ulaşıyor, bazen de çeşitli kılıklara girerek karşımıza çıkıyor. Her ne olursa olsun, her an kalbimizin ve aklımızın imtihanlarla karşı karşıya bulunduğunu unutmamak gerekiyor. Toplumsal kodlarımızda ırkçılık o kadar derinlere işlemiş durumda ki, kendisini dindar ve hatta “ümmetçi” olarak ifade eden birinin ağzından, “İşler Arap saçına döndü” gibi bir deyimi rahatlıkla duyabilirsiniz. Hiç fark etmeden, herhangi bir tahkir kastı olmadan duyulur bu benzetme, çünkü öylesine derinlerde yer etmiştir.

Hal böyle olunca, Filistin meselesine bakışımız da söz konusu zaafımızdan payını alıyor. Ben Filistin mevzusunun, bizde üç arıza ile malül olduğunu gözlemliyorum: 1) Ayakları yere basmayan kuru hamaset, 2) Ağlak romantizm, 3) Koyu cehalet. En korkuncu da, bu üç illetin bir araya gelmesi ve bilhassa yeni nesillerimizi zehirlemesidir. En son yaşadığımız “Topraklarını sattılar…” tartışması, bahsettiğim ölümcül terkibin milyonlara sirayet etmeye başladığını göstermiştir. Ki bu, hepimiz adına alarm zillerinin çalmasını gerektiren bir işaret fişeğidir. Gençlerimizin zihin kodları gevşemekte, buna bağlı olarak, ayaklarımızın altındaki zemin kaymaktadır.

Son dönemde Arap dünyası ile İsrail arasında normalleşme adımlarının güçlendiğini görüyorduk. Son sürecin normalleşmeye etkisi nasıl olur?

Ben 7 Ekim itibariyle Hamas’ın başlattığı yeni sürecin temel hedefinin, bilhassa Suudi Arabistan’ın İsrail’le barış anlaşması imzalamasının önüne geçmek olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar bölgeden gelen işaretler, Suudilerin -en azından şimdilik- İsrail’le barış sürecini buzdolabına kaldırdığını gösteriyor. Diğer ülkeler de, kendi kamuoylarının duygusal ve öfkeli baskıları altında, İsrail’le flörtlerini bu derecede alenî sürdüremeyeceklerdir.

İsrail zulmünü lanetlemek için meydanlara indiğimiz zaman sürekli Amerika aleyhine sloganlar atıyoruz. İngiltere’nin bu zulümdeki büyük payı zamanla unutuldu mu acaba?

İslâm coğrafyasına dair çalışmalarımı sürdürürken beni en çok şaşırtan şeylerden biri, İngiltere’ye zihinlerde açılan sonsuz kredi ve İngilizlere uygulanan pozitif ayrımcılıktır. Şu anda İslâm dünyasının sıcak kriz noktalarının neredeyse tamamında İngiliz damgasını görürsünüz. Sınır ihtilaflarında onlar vardır. Mezhep çatışmalarında İngiliz izi fark edilir. Modern beşerî dinler veya yeniden diriltilen birtakım heretik akımlar, tamamen İngiltere’nin himayesi altındadır… Buna rağmen, Müslümanlarda İngilizlere yönelik tolerans ve hatta hayranlık, akıl almaz boyutlardadır.

Kudüs, Kıbrıs ve Keşmir krizleri, tümüyle İngiliz mamulüdür. Buna rağmen, öfkeler Amerika’ya yönlendirilir. Emperyalizm tanımlarının içine ABD, Fransa vb. sokulurken, İngiltere adeta “unutulur”.

Ben bu durumu, İngiliz emperyal aklının bir başarısı olarak görüyorum doğrusu. Almamız gereken çok ders var bu noktada. Müslüman bir delikten iki kere sokulmaz diye öğrendik, ama coğrafyamızın her yeri ısırıklarla dolu maalesef. 

Özellikle gençleri ilgilendiren bir soru sormak istiyorum. Şimdiye kadar bu konuda çok sayıda çalışmaya imza atmış bir yazar olarak, gençlere Filistin ve İslam dünyasındaki diğer mazlum toplumlara destek olabilmeleri için neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Kültürel sahada yapılabilecek bu kadar çok şey varken, çok çalışmamız gerektiği açık değil mi?

Bilinçli, güçlü ve çalışkan olmaktan başka çaremiz yok. Bu üç haslet, mutlaka birlikte var olmak zorunda, biri veya ikisi eksikse, netice de hasıl olmuyor. Türkiye, saha çalışmaları ve somut malzeme eksikliğinin had safhada yaşandığı bir ülke. Herhangi bir gence, İslâm coğrafyasına dair sağlam ve güvenilir bir kaynak tavsiye etmekte son derece zorlanıyorum, çünkü bu evsafta kaynaklar bir elin parmaklarını geçmiyor. Yüzeysellik, hamaset ve romantizm, başımızın kallavi belaları olarak kapımızda nöbet tutuyor. Geleceğe de kalacak derinlikli işler yapabilmek, ancak bu belaları savmakla mümkün olacak.

Etiketler
Taha Kılınç Peren Birsaygılı Mut Filistin İsrail Savaş