Tarihi özgürleştirmek: Hayden White’ın Metatarih’i
Tarihi bir olmaz akış gibi
Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım
Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin
Bir ilkel eşitlikte buluştuk. (Evrenin kendi kurduğu gecesi.)
Turgut Uyar
Son on yılda tarih dizilerine doyduk. Fakat ne zaman ki bir dizi yayına başlasa, diyelim ki bu Diriliş Ertuğrul olsun, muhakkak dizide kullanılan nesnelerin, karakterlerin ya da olayların “tarihsel gerçekliğe” uygun olup olmadığı da sorgulanır. “Tamam dizi güzel, ama gerçekten 13. yüzyılda acaba şu malzemeden yapılan çadırlarda mı kalıyorlardı?” gibi sorularla karşılaşılır. Dizi güzeldir, hatta öylesine güzeldir ki seyircilerin kendilerini kaptırdıkları, ellerine kılıç kalkan aldıkları videolar önümüze düşüp durur. Dizi esasında bunu amaçlamış, bir gerçeklik duygusu oluşturarak izleyicisini içine çekmiş ve amacına ulaşmıştır. Bu amaca ulaşırken de dizide kullanılan nesneleri bu gerçekliği inşa etmek için bir araç olarak kullanmıştır. (İlginçtir, kullanılan dil açıkça günümüz Türkçesi olsa da, bu eleştiri konusu edilmez.) Dizi belli ki bunu kendi amacını gerçekleştirebileceği bir esneklik içinde yapmıştır. Fakat karşımızda bir kurgu olduğunu bilsek de, acaba bize sunulan gerçek doğru mu sorusu, özellikle akademik çalışma alanları tarih olan araştırmacılar tarafından sorulmadan edilemez. Bu bir anlamda “doğru tarih”in sınırlarını belirleme gayretinin bir yansımasıdır.
Hayden White işte tam da bu sınırları ortadan kaldırmayı amaçlıyor. White uzun bir süre sonra tercümesi yeniden yayımlanan Metatarih: On Dokuzuncu Yüzyıl Avrupasında Tarihsel İmgelem başlıklı kitabıyla bir anlamda bugün dahi etkisi altında olduğumuz tarihin tasavvur ediliş biçimi ile hesaplaşıyor. Tarih, esasında 19. yüzyılda ortaya çıkan birçok diğer disiplinden farklı olmayan bir şekilde gittikçe kendi sınırları, kaynakları ve nesnesini belirleme ve kesinleştirme yolunda hareket etmiş bir bilim dalı. Şüphesiz Ranke’nin “gerçekte ne olduysa o” olarak ortaya koyduğu temel ilke, 19. yüzyıldan bugüne tarihyazımına dair farklı eğilimler içinde fazlasıyla tartışıp eleştirilmiş durumda. Fakat bugünden geriye bakarak, tarih ile ilişkimizi belirleyen temel yaklaşımın hala bir ölçüde sürdürüldüğünü de görmek mümkün.
Tarih bizden bağımsız olarak bir gerçekliği olan, bizi belirleyen ve bunun neticesinde bizim tarihe tarihin ise bize borcu olduğunu düşündüğümüz bir bütün olarak kabul edilmeye devam ediliyor. Bizim tarihe borcumuz var, çünkü biz tarih tarafından belirlendik ve dolayısıyla kendi gerçekliğimizi tespit etmek için “doğru tarihe” ulaşmakla yükümlüyüz. Tarihin bize borcu var, zira tarihin bizden ayrı bir gerçekliğinin olması, eninde sonunda tarihin bizim safımızda yer alacağına dair bir beklentiye yol açmış durumda. Dahası bu ilişki, tarihin içindeki bireyi de gittikçe pasifize etmiş. Doğru tarih beklentisi, bugün o tarihe maruz kalmış kişiler olarak bizim ona nüfuz edemeyen bireyler olmamızı beraberinde getiriyor. Dahası bu edilgenlik “doğru tarihi” tespit eden ve yazan kişiler için de geçerli. Gittikçe doğru tarih ile doğru tarihi okuyan birey arasında şeffaf bir ilişki olduğu ve buna aracılık eden kişilerin görünmez hale geldiği bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Belirttiğim gibi, tarihin kimin tarafından oluşturulduğu, kaynaklarının ne olduğu vs. gibi sorular bugüne kadar fazlasıyla mesele edilmiş durumda. Bu açıdan özellikle tarihyazımı ile uğraşan kişilere haksızlık etmemek gerekiyor. Bir yandan tarihçilerin çalışmalarından faydalanıyoruz ve bu tarz çalışmaların çoğalmasını muhakkak ki büyük bir açıklıkla bekliyoruz. Diğer taraftan sadece arşivlere bağlı kalınmaması gerektiği, tarihin “galipler” tarafından yazıldığı vs. gibi tespitler bugünden geriye bakıldığında bizim tarih algımıza katkıda bulunmaya devam ediyor. Fakat bunların hepsi olmasa da çoğu White’ın işaret ettiği üzere bir “doğru tarih” beklentisi ile, “doğru tarihe” nasıl erişilebileceğine dair bir soruyla beraber yürüyor. White’ın temel iddiası esasında, tarihle modern toplumun ve disiplinlerin oluşumu sürecinde oluşmuş bu ilişkiyi çözüştürmek, bir anlamda kendisinin başka bir makalesinde kullandığı bir ibareyle tarihçiyi ve bizleri “tarihin yükünden” arındırmak ve özgürleştirmek.
White bu özgürleştirme girişimine her türlü tarih metninin bir anlatıdan ibaret olduğunu hatırlatarak başlıyor. Ortada bir anlatı varsa, bu anlatıyı oluşturan bir yazar, kısaca etkin bir birey de söz konusudur. Tarih sanıldığının aksine kendinden düzenli bir bütün olarak durmaz karşımızda. Tarihçi seçtiği olayları kronolojik bir ilişki içine sokarak onu bize bir anlatı olarak sunar. Dolayısıyla White odağı metnin soyut doğruluğundan, bu metni somut olarak hazırlayan tarihçiye çevirir. Tarihçi ise bu metni hazırlarken sıfırdan başlamaz, kendisinin halihazırda üzerinden hareket ettiği birtakım “bilinç kipleri” vardır. Tarihçi bu bilinç kipleri üzerinden metnin öncesinde tarihi tasarlar, daha sonrasında ise bir bulutsu halindeki tarihi bize metin olarak ulaştırır. Bunu yaparken de esasında bir edebi metin oluşturur gibi (ki burada artık “gibi” demek bile bir fazlalık olarak görülebilir) retorik araçlardan faydalanır. Bu sebeple White kitabında Michelet’yi romans, Ranke’yi komedi, Tocqueville’i trajedi, Burckhardt’ı yergi üzerinden okur. Marx’ın metonimiye, Nietzsche’nin metafora, Croce’nin ironiye başvurduğuna işaret eder. Nihayetinde bizim yapmamız gereken tarihte doğruluk aramak değildir, tarihin hangi bilinç kipleri ve retorik araçlarla inşa edildiğine bakmaktır.
White bir anlamda bizi iki aşamalı bir stratejiye davet eder: Bir yandan tarihin kendisini diğer yandan ise bu tarihe dair bir okuma önerisi getiren metni, bütün o doğruluk iddialarını bertaraf edecek şekilde bugünkü dünyayı bizzat tecrübe eden etkin bireyler olarak kesmek, kendimizden hareket ederek kesitler almak. Peki doğruluk iddiası bertaraf edilip retoriğe bakılınca geriye ne kalacak? Esasında geriye kalan gerçekliğin nasıl inşa edildiğidir. Bu da bir anlamda tarihçinin yanı sıra tarih okuyucusuna odağı çevirmek anlamına gelir, zira gerçekliği algılayan ve kabul eden kişi bizzat odur. Bugünkü insan hangi retorik araçlarla inşa edilmiş bir gerçekliği algılıyor ve kabul ediyor sorusu, başlı başına önem kazanmaktadır.
White’ın odağı doğruluktan retoriğe çevirmesi mutlak anlamda bir göreceliliğe mi yol açar sorusu şüphesiz akla gelecektir. Nihayetinde isteyen farklı tarihçilerin farklı tarih anlatıları doğrulukla sınanmayacaksa eşit bir değere mi sahip olacaktır? Esasında “doğru tarihten” vazgeçildiği takdirde zaten göreceliğin de mesele edilmemesi beklenebilir, retorik zaten yeni kriterleri oluşturmuştur. White “Tarih konusundaki perspektiflerden birini tercih ederken yaslanabileceğimiz en iyi dayanak, nihayetinde epistemolojik olmaktan ziyade estetik ya da ahlakidir,” (s. 30) diyerek daha köklü bir meseleye işaret ediyor. Tarihin inşa edildiği retorik rastgele oluşmaz, bu tarz estetik ya da ahlaki kabullerle şekillenir. Dolayısıyla bu yeni kriterlere bakış atmak tarihçiyi ve tarihçinin sunduğu gerçekliği kabul eden bireyi anlamak için de değerlidir.
Şüphesiz White’ın ilk olarak 1973 tarihinde basılan Metatarih kitabında ve diğer eserlerinde sunduğu bu tarih teorisini, yine onun ortaya attığı sorular ve belirlediği kriterler çerçevesinde yeniden değerlendirmek gerekiyor. Fakat White’ın çerçevesinin tarihe dair sorular oluştururken çok verimli bir başlangıç noktası teşkil ettiğini de teslim etmeliyiz.
“Geçmiş bizim için ancak şiirsel bir inşa etme eylemiyle erişilebilir olur,” diyor White. Yazıyı Turgut Uyar’dan bir alıntı ile açtım, yine (biraz da 2018 senesinde hayatını kaybeden White’ın da hoşuna gideceğini varsayarak) Uyar’dan bir alıntı ile kapatayım. White tarihte “bütün mümkünlerin kıyısında” olabileceğimize işaret ediyor bir anlamda. Bu mümkünler içinde kendi imkanımızı seçmeyi de bize bırakıyor.