Türkiye’de “Özgün Bir Felsefe” Var Mı?


 

 
 
 
 
 

Yazımızın başlığında yer alan soru, soruluş tarzındaki sıradanlıktan da kolayca çıkarsanabileceği üzere, epey yaygındır. Bu soruya aynı yaygınlıkla verilen cevaplarsa öz olarak şudur: Yok! Sorunun soruluşu kadar cevaplandırılma tarzına da sirayet eden bu yaygınlık, diğer (özellikle Avrupa kıtasındaki) ülkelerde yürürlükte olan “özgünlük”ün bizim ülkemizdeki felsefe faaliyetlerinde bulunmayışına mı işaret etmektedir? Bir nevi ülkemizdeki felsefe faaliyetlerinin, soru sahiplerinin ve bu soruda içerilen varlık/yokluk durumuna ilişkin cevabı ‘yok’luğu tercih ederek verenlerin felsefe faaliyetlerinde aradığı türden bir özgünlüğü sağlayamayacak, bu türden bir özgünlük arayışına dair üstü kapalı dile gelen hırs ve hevesi tatmin edemeyecek olduğunu mu göstermektedir? Yoksa, bütün bu ihtimallerden önce, doğal bir şekilde merak edeceğimiz üzere, bu sorunun hakiki anlamda düşünüp taşınmadan sorulmuş bir soru olduğunu mu?

 
 
 

Bir soruyu, yaygın bir soruyu tartışıyoruz anlaşılacağı üzere. Türkiye’de, Türkiye’nin kendine has şartlarına uyumlu, Türkiye’de üretilmiş olmanın izini/damgasını bir şekilde üzerinde taşıyan bir felsefenin olup olmadığını soran bir soruyu. Bu soruya cevap vermek çoğumuz için çok kolay. Az önce zikrettiğimiz yaygın ve elbette kötümser kanaatlere uyarak biz de nihayetinde “Bize/Türkiye’ye özgü bir felsefe yok” demeyi seçebiliriz pekâlâ. Doğrudan felsefe faaliyeti yürüten birçok felsefecimizi de mutmain kılar bu cevap ve hatta peşinen bu felsefecilerin çeşitli yakınmalarını da işitirsiniz: “Haklısınız! Biz herkese özgü, evrensel anlamda geçerli olanla uğraşıyoruz daha çok. Bunu bir türlü yerli ve hatta yerel kılamıyoruz ne yazık ki. Çünkü özgün, bize has felsefe üretmenin birçok zorluğu var, ah bunları bir bilseniz. Biz de özgün felsefe yapmak istiyoruz, ama lakin…”

 
 
 

Bütün yakınmaları, itirafları, itirazları bir yana bırakarak Türkiye’de ‘özgün’ bir felsefenin bulunmadığı kabulüne dönük yaklaşımları sorgulayarak özgünlüğün ne olduğuna dair düşünmeye davet etmek istiyorum bu yazı dizisinde. Nedir özgün olan ve bunun zıddına taklit sayabileceğimiz şeyler? Bu soruları yazı dizimiz boyunca Cumhuriyet devri felsefî düşüncemiz etrafında tartışmak istiyorum.

 
 
 

Bana kalırsa Cumhuriyet devri Türk felsefesinin en önemli sıkıntısı kendi filozoflarını, kendi felsefesini göremeyiştir. Sözgelimi Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş'uyla ne Heidegger'in Varlık ve Zaman'ından ne de Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'inden aşağıda kalan bir işe imza atmıştır. Elbette Hilmi Ziya Ülken eleştirilebilir bu işinde; ama eleştirilemeyen felsefe de zaten aslında yoktur, yani zaten öyle bir felsefe yapılamayan bir felsefe olmuştur. Üstelik henüz Hilmi Ziya Ülken’in tüm evrak-ı metrukesini bile kamuoyuna çıkaramamış bir kültürel ortamın onu özgün olup olmayışı bakımından eleştirmesi de neresinden bakarsanız bakın çok tuhaf durmaktadır.[1] Hilmi Ziya Ülken üstelik çabasında da yalnız değildir, ona pekâlâ bir Mehmet İzzet’i, bir Nurettin Topçu’yu, bir Mehmed Emin Erişirgil’i, bir Mustafa Şekip Tunç’u ya da daha başka isimleri de rahatlıkla ekleyebiliriz.

 
 
 

Diğer yandan, "Cumhuriyet devri Türk felsefesinin en önemli sıkıntısı kendi filozoflarını göremeyişi" olarak tavsif ettiğimiz mesele daha derinliğine düşünülürse, bir felsefenin sahip olması gerekli özbilinçlilik ve teemmülîlikten ülkemizde felsefe adına yürütülen faaliyetlerin eksik kaldığı görülür. Özgünlükten evvel gerekli olan bir unsuru, özbilinçliliği ve teemmülîliği ıskalaması sebebiyle de ülkemizdeki felsefe çabaları kendilerini ‘özgün bir çaba’ olarak ibra ve temyiz edememektedir bir türlü. "Bizde özgün bir felsefe yok" diyenlerin haklı olabilecekleri tek nokta bu ibra ve temyiz mevzuudur; lakin bu da ne Hilmi Ziya Ülken’i ne de diğer filozoflarımızı ve genel olarak felsefe kamuoyunu alakadar eder. Tamamen "Bizde özgün bir felsefe yok" diyenlere aittir bu mesele de. Bu görüşü ileri sürerken zaman zaman bu türden bir ‘ibra’ ve ‘temyiz’ faaliyetini görmediğimizi ifade etmiyoruz[2]. Ancak bu girişimlerin arzu edilen seviyede dile getirdiğimiz meseleyi çözmeye yetmediği "Bizde özgün bir felsefe yok" anlayışının yaygınlığına ve hatta felsefe faaliyetlerine ucundan kıyısından bulaşmış kimselerde bile bu anlayışa rastlanıyor oluşuna bakarak rahatlıkla ileri sürülebilir.

 
 
 

Peki ama şu ‘özgün’ olmasını bunca önemsediğimiz felsefe nedir, nasıl tanımlanabilir? Felsefe nasıl ve niye yapılır? Yapılan bir şey olarak felsefe nasıl yapılırsa özgün olabilir? Felsefe, bize kalırsa, kişioğlunun en azından sistemli ve sorgulayıcı düşüncesinde kendini başkalarından ayırt edebilmesidir diyelim şimdilik. Dikkat edilirse bu tanım yapılırken asla ve kat'a kullanılamayacak kelimeler varsa onlar da 'salt', 'mutlak' vb. kesinlik arz eden kelimelerdir. Çünkü kişioğlu kendini ‘sıradan’ sağduyuyla da başkalarından, kastedilen anlamda bir felsefe yapmaya gerek duymadan, felsefe derken kastedilen ‘özgün’ usulden başka usullerle ayırt edebilir ve bu usuller en az felsefî çabalar kadar sistemli ve sorgulayıcı olabilir. Hatta bunu düşünerek de yapabilir. Böylelikle her düşünme edimini felsefe saymadığımız tebellür eder. Sözgelimi şairane düşünmek vardır, bilimsel düşünmek vardır, sosyolojik düşünmek vardır. Bütün bu düşünmeler, belli ölçülerde de olsa, felsefî düşünmeye istinat edebilirler de etmeyebilirler de. ‘Sistemli ve sorgulayıcı olma’nın herhangi bir düşünme çabasını felsefî kılmaya yetmediği aşikârdır. Bir marangoz, bir şair ya da bir bilim insanı da yaptığı işle ilgili sistemli düşünmeye gayret eder çoğu kez; sorgulayıcı bir şekilde de ifa edebilir üstelik bu düşünmesini; mesleğinin gereği bunu gerektirmese bile böyle davranabilir herhangi bir meslek erbabı pekâlâ. Bu tür ‘özünde’ felsefî addetmediğimiz çabaların görünürde de olsa felsefî sayılabileceği konusu var bir de.

 
 
 

Şurası açık ki her ne kadar felsefe tamamen düşünmeye dayalı bir faaliyet ise de düşünme ile kastettiğimiz faaliyetin tamamını her veçheden kuşattığını söylemek mümkün değildir. Öyle düşünme şekilleri vardır ki nihayetinde felsefî addedemezsiniz onları. O düşünme şekillerini elbette felsefî olarak düşünebilirsiniz gerçi; ama diyelim ki şiiri, dini veya bir zanaatı felsefî olarak düşünmekle şiiri şairane, dini dinî, zanaatı o zanaata özgü bir yolla düşünmek arasında önemlice bir farkın olacağı da muhakkaktır.

 
 
 

Bu durum, felsefeye ilişkin yaptığımız a priori tanımın ayırt edici niteliğini kaybetmesi anlamına gelmez mi? Felsefeyi, felsefî düşünmeyi o 'başka usul'lerden, ‘başka şekilde düşünme’lerden ayırt etmemizi sağlayan şey nedir? Nedir yani bir felsefeyi, nihai anlamda felsefe olarak nitelememizi sağlayan şey? Felsefeyi felsefe olarak belirlememize imkân veren, felsefeyi felsefe kılan bir yol ya da yordam var mıdır? Nasıl düşünürsek sahiden felsefî düşünmüş oluruz? Hatta daha ileri giderek şunu bile sorabiliriz: Herhangi bir felsefî düşünme biçimini ‘felsefî düşünmek’ olarak adlandıran/addeden bakışlar felsefî midir?

 
 
 

Gerçekte, bu soruların çoğu kez cevapsız kalışı çağdaş Türk düşüncesinde özgün bir felsefî düşünmenin vuku bulmadığını iddia edenlerin en önemli gerekçesini teşkil eder. Bu gerekçeye doğrudan itiraz etmek yerine daha dolaylı, dolambaçlı; ama daha öğretici, zihin açıcı, incelikli olduğu kadar sarp olduğunu düşündüğümüz bir yolu bu yazı dizisi boyunca yürümeyi tercih edeceğiz. Yeri gelecek felsefeyi (ve tabii ki felsefe için yaptığımız ön tanımı) sorgulayacağız, yeri gelecek özgünlüğün anlamını. Bazen de Türkiye’de yapılan felsefeyi konu edineceğiz; ama her halükârda, yani yolumuzu uzatmak pahasına, zihnen açılacağız. Çıkış noktamız belliyse de gideceğimiz yer şimdilik belli değil elbette.