Üsküdar’ı niçin seviyoruz
Aynada nasıl göründüğünü geç
Üsküdar’da tanınma ihtimalini bırak
Kaldırımda yürürken okuyan gençlerin nezdinde hani[1]
Canı sıkıldı mı, daraldı mı şöyle bir Üsküdar’a çıkası geliyor insanın. Bilinmez Valide’nin; o gri, çiğ meydanın başını okşarcasına hafifçe yükselişinden mi, yoksa bir tanıdıkla karşılaşmanın oldukça muhtemel oluşundan mı ya da bunların hepsini kapsarcasına Üsküdar’a ait hissettiğimizden, Üsküdar’ı bizim olarak gördüğümüzden mi? Bir düşünelim tanıdıklarımızla neden bu kadar sık bir şekilde Üsküdar’da karşılaşıyoruz—pek tabii buna bir bakıma Fatih de eklenebilir, ilerde bu hususa değineceğim.
Kaç tecrübe yaşamışımdır ki bir arkadaşımı tamburunu bir köşeye bırakmış bir dostuyla pastanede tatlısını yerken, başka bir dostu Valide’nin o uzun şadırvanında abdest alırken ya da başka bir tanıdığı bir hanımefendiyle birlikte görüp içimden seni gidi seni dercesine kıkırdadığımı, selamımı almayanlara içimden günlerce ilendiğimi bilirim. Aslına bakılırsa küçük bir yerdir Üsküdar denilince akla ilk gelen: Sahilde Mihrimah’ın önündeki iskelelerden Şemsi Paşa’nın az ötesine kadardır; içerde ise Belediye’den ve Fıstıkağacı’ndan öteye gitmez. Fakat tanıdığımız insanlarla bu kadar sık karşılaşmamızın semtin yalnız bu küçüklüğüyle izah edilebileciğini pek düşünmüyorum. İnsanımızı buraya asıl çeken, romantik bir ifadeyle onun ruhudur diyebiliriz. Bu ruhu pek tabii şehirlerde başlıca unsur olan kamusal hafıza -kimlik ve çehre kavramları odağında- ve mimari yapar.
Bir yanda Üsküdar’ın daha dağbaşı olduğu, Anadolu’dan Suriçi’ne geçmek isteyenlerin transit olarak kullandığı, köle kaçaklarından tutun da bostanlarda yatıp kalkan yurtsuzların zamanında yani 16. yüzyılın ilk yarısında yapılmış Mihrimah Sultan Camii, diğer bir yanda Edirne Vakası akabinde Saray’ın İstanbul’a tekrar taşınması üzerine önemli bir kısmı asker olan esnafa adeta bundan sonra gelirlerine halel gelmeyeceği vaadiyle inşa edilmiş Yeni Valide Külliyesi, Üsküdar tabir ettiğimiz semti iki yandan kucaklar.
Saray’ın İstanbul’a tekrar taşınmasının siyasi sonucu olan Valide Camii, bana hep yeni bir şeye başlamanın getirdiği o bakir heyecanı çağrıştırır ve bu heyecanın bugünün Üsküdar’ını yapan ilk unsur olduğunu vehmederim. Camiin klasik mimarimizin son örneklerinden ve aynı zamanda Lâle Devri’nin en önemli eserlerinden biri addedilmesi, sanıyorum bu çağrışımın asıl kaynağıdır. Mihrabının o şuh tirşe çinilerinden tutun da şadırvanının sütunlarını birbirine bağlayan hafif kıvrımlara, bunların hemen üstünde bembeyaz pak bir ten üzerine nazikçe giydirilmiş bir dantelayı andıran ajurlu mermer, yapının muhtelif köşelerinde taşı; balmumunu öpüyormuşcasına, öyle nazik, mühürleyen gülbezekler ve onların aralarında taşa hareket, çevreye şenlik havası katan çiçekler, yeni bir yaşantıyı, cıvıl cıvıl karnavalesk bir hayatı, Nedim İstanbul’unu müjdeler. Öyle ki Valide, planda ölçüyü arayan klasik üslup ve yeni estetik zihniyetin getirmekte olduğu tezyinatla birlikte yüzeyde hareketi arayan bir anlayışla, “yeni” bir halde nasıl kendini bulmuşsa bugün Üsküdar da muhafazakâr ve aynı zamanda “hareketli” bir yaşayışla öyle karşımıza dikilir.
Bu hareketli dünyaya biraz dinginlik ve ağırbaşlılık veren camiin haziresi, sanki İstanbul’un tüm o hazireleri gibi zamanı yüzyıllar önce dondurmuş bir zaman kapsülü gibidir. İnsan kendini fazla kaptırırsa, servilerin sanki mevtaların defnediliği ilk günlerden, mezar taşları arasında yaşayıp giden kocamış kedilerin o zamanlardan kalma olduğuna inanır.
Servileri bu denli güzel ve içli kılan, peyzajdan ziyade İstanbul’da bir zamanlar bir hayat sürmüş, burada bu mezarlıkta yatan insanların sıcaklığını ve hayatiyetini; kabuğu sert, içi bir bebek teni gibi yumuşak ahşap dokusunda hâlâ barındırıyor oluşudur belki de. Öyle ki ahşabın kabuk içersine gömülü damarları duvarın beri tarafından, camiin içerisinden gözle sayarmışcasına sezilir. İnsan, o ne idüğü belirsiz animelerden fırlamış gerçek olmak için bu çok güzel ve fantastik mihraptan, başka bir boyuta açılan zümrüt bir geçiti andıran bu kapıdan girip öte tarafa geçmek, orada belki de üç yüz yıl önce donmuş zamanın içinden, servilerin ve kocamış kedilerin eşliğinde dışarda daha çok yeni ve bir o kadar heyecanlı hayatı, donmuş zamanın tesiriyle yaşlı ve yabancı seyre dalmak ister.
Bugün Üsküdar dediğimiz semtin bu “hareketli” kimliği, kimi safdillerin düşüncesizce isabet ettiği, sözde “Üsküdar-Fatih” zıtlığında kendini gösterir. İddia odur ki Üsküdar çok daha “renkli” iken Fatih ağırbaşlı ve tedeyyüne yaraşır bir hüviyete sahiptir. İsabetli fakat düşünülmeden satın alınmış, talihsiz ve tadil edilmesi gereken sorunlu bir anlayıştır bu kanaatimce. Bir kere sorun, o çok bayağı “Üsküdar İslamcısı” yahut “Fatih İslamcısı” yaftalarında kendini zaten ilk elden açığa vurur. Aynı minvalde “ılımlı, romantik vs. İslamcı” yaftaları Üsküdar’a kondurulurken Fatih, olması gereken “İslamcı” hayatı yaşar. Bu anlayış isabetlidir, nitekim Osmanlı İslamlığından kalan en önemli maddi değerlerden olan çarşaf, cübbe, sarık ve sünnet sakalı bir arada karşımıza en çok Fatih’in yöresinde çıkar. İnsanlar, en azından işin vitrin boyutunda daha “müspettir.” Ancak maalesef Fatih kamusal hafızasını, Fatih Harbiye romanının adının dahi ima ettiği o Osmanlı İstanbul’unun örnek muhafazakâr muhit olmaklığını çoktan kaybetmiş, yerini; her ne kadar İslamlık ve coğrafya paydasında buluşsak da ulus-devletin doğası gereği zaman içinde çok ayrı düştüğümüz, farklılaştığımız, yabancılaştığımız[2] Arap-Mülteci kimliğine, yani Şam Müslümanlığına terk etmiştir. Fatih sokaklarında Türkçe işitiyor olmak bile kimi zaman şahsım adına bir şükür vesilesidir.
Bir arkadaşım konuyu tartışırken mevzubahis bu zıtlığın bir gerçeklik olduğunu, Fatih sözümona kahvehane kültürünü hâlen sürdürürken Üsküdar’ın kafe kültürüne ram olduğunu ifade etmişti beni haksız çıkardığını düşünerek. Hâlbuki yukarıda da belirttiğimiz gibi bu minvaldeki gözlemlerin kendisinde bir yanlışlık olmamakla birlikte, söyleminde (discourse) ve söz konusu semtlerin cemiyetimizdeki konumlarını tartmada problem vardır. Arkadaşımın verdiği örnekten devam edecek olursak Üsküdar’da pekala kahvehaneler, Fatih’de de kafeler bulunabilir; mesele, onun da ima ettiği gibi insan meselesidir, amiyane tabirle kimlerin buralarda takıldığıdır. Kahvehane ve kafe ikileminin kıstas olarak alınabileceğini açıkçası pek düşünmüyorum. Bunun nedeni ise İstanbul’un böylesi homojen kümelenmeleri çoktan geride bıraktığıdır. Örneğe zeval getirmeden odağı meydanlar, parklar ve cami avluları gibi kamusal alanlara kaydırmanın daha isabetli olacağını sanıyorum zira burada sorunlu olduğunu iddia ettiğimiz Fatih’in “ağırbaşlı” Üsküdar’ın ise “rahat” olduğu düşüncesi yukarda belirttiğimiz etnik kimliklerden bağımsız düşünülemez. Bu demek oluyor ki bugün Fatih, Üsküdar’dan daha “düzgün” ise meydanlara bakıp bu özelliğin Türk insanından değil göçmenlerden kaynaklandığını kolaylıkla iddia edebilirim. Şöyle bir bakın Fatih Camii’n ve Valide’nin avlularına, kıyaslayın; bir yerde ağırlıklı olarak mütedeyyin göçmenler görürken diğerinde mütedeyyin Türkler[3] göreceğinizi temin edebilirim. Öyleyse, bırakın “Üsküdar vs Fatih İslamcısı” tabirindeki sevimsizliği, Fatih ve Üsküdar’ın farklı oluşlarındaki asıl sebebin nasıl bambaşka bir hâl aldığını, bu düşünceyi bedavadan satın almış dostlara hediye etmek isterim. Bugün eğer Üsküdar, iddia edildiği gibi Fatih’ten daha “gevşek” ise bunun sebebi çağdaş Türk-Müslüman kimliğinin kendisinin gevşemiş oluşudur. Burada genel görünüşten bahsedildiği de unutmamalıdır, malum biz zahire göre hükmederiz.
Hasılı Fatih Türk-Müslüman çehresini kaybetmiş, orada ikamet eden nice “eski İstanbullu”[4] semti terk etmiştir. Tahsil faaliyetlerinde aktif olan çoğu vakıf ve derneklerin ağırlıklı olarak nerede temerküz ettiği ve bunların odağına bakıldığında bile Üsküdar, söz konusu bu çehreyi ve kimliği Fatih’ten çoktan tevarüs etmiştir diyebiliriz. Pekala bugün Fatih de bizimdir, öyle ki başta bahsi geçen tanıdıklarla sık sık karşılaşma hadisesi, Müslüman vakıf ve derneklerin azımsanmayacak varlığı Fatih için öyle ihmal edilebilir türden unsurlar değildir. Fakat bir çağdaş Türk İslamlığından söz edilecekse en azından kültürel bağlamda Fatih ıskartaya çıkmış, ya da biraz iyimser olmak gerekirse, önü alınmazsa tamamen ıskartaya çıkması işten bile değildir.
Bizim meseleye bakış açımıza gelince sağlıklı olan; böyle ucuz, kof, çok daha önemlisi yanıltıcı yaftalara tevessül etmeyip asıl mensubiyetimizin İslamlık olduğunu dikkatle aklımızda bulundurmaktır. Şükür ki artık, hiç olmazsa kisvece tedeyyünün her türlüsünü her semtte ifa edebilme imkânı mevcuttur. Hele tutup da ellerinden gelse bu kılıktakileri bir kaşık suda boğacak insanların varlığı bir yanda dururken aynı dünya görüşünü paylaştığımız insanları kendi elimizle ayrıştırmak ne kadar akıl kârıdır?
Bu konuda sıkıntı, zannediyorum biraz da her işittiğimde şahsen müthiş irite olduğum “İslamcı” tabirinde yatmaktadır. Müslümanlığı ve onun hayattaki sosyal, politik, iktisadi –artık her neyse o– tezahürlerini tanımlayacak nice ad var iken birçok olumsuz çağrışımla yüklü, bilhassa kendimizi tanımlarken kullandığımız böylesi bir ifadeyi kolay yoldan ucuza satın almaya dünden razı oluşumuzun âlemi yoktur.
Hasılı kelam Üsküdar’a duyduğumuz belirgin ünsiyetin sebebi, olumlu olumsuz tüm illetleriyle bugünkü Müslüman-Türk cemiyetini olduğu gibi yansıtması ve bünyesinde barındırmasıdır. Yani anlayacağınız sebebi ne olursa olsun toprak çeker.
NOTLAR
[1] Elyesa Koytak’ın Bütün Nehirler Bizimdir (Ketebe, 2020) adlı kitabındaki Sıcak başlıklı şiirinden.
[2] Arap kökenli, dedesi Arapça konuşan Reyhanlılı bir arkadaşımın dede evinde misafirliğimde oranın insanının bile on-on beş km ötede bulunan sınırın diğer yakasından gelen insanlara ne gözle baktığını görmüştüm, üstüne üstlük bu insanlar yaşlı başlı göç meselesinin bu denli etkili olmadığı zamanlarda yetişmiş insanlardı. Değil mi ki bugün Türkiye’nin daha uzak bölgeleri bu gerçeği duymasın?
[3] Buradaki Türk ifademizin önce belirtilen ulus-devlet gerçeğinden doğan Türk kimliği olduğunu vurgulayalım.
[4] 1908 yılında yapılan nüfus sayımında İstanbul doğumlular “eski İstanbullu” olarak kaydedilirken şehre doğumundan sonra gelenler daha farklı bir şekilde kaydedilmiştir. Nüfusun günümüze nispetle oldukça az olduğu o vakitlerde dahi İstanbul doğumlu olmak kayda değer bir unsurken bugün nüfus hareketlerinden müthiş muzdarip olan bu şehirde, bilhassa en azından bir iki kuşak önceden İstanbul doğumlu olmak elbet önem taşır.