Vakit ve zaman
Mevlâna’nın “Acele et, vakit, keskin kılıçtır,” ikazı, günlerdir meşgul ediyor beni. Vakti fark etmek…
Keskin kılıç, “ezelde, gönül, aşkın şarabını içtiğinden beri” geçen vakit mi, kendimi bildiğim ândan beri ebede koşan dünya zamanı mı?
Vakti bilmek üzere âleme geldik ama O’nun bize yakınlığını hatırlamadan, zamanı dolduruyoruz. Günler uzuyor, günler kısalıyor ancak vakit için değişen bir şey yok. Geçiyor, gidiyor arkasına bakmadan… Mesûliyetsizlik aldatmacasında, vaktin mesûliyetini idrâk ile değil, muhteris zamanın doyumsuzluğunun girdabında başımız dönüyor… “Ân”da, vakti yaşamak saadetini, “zaman”ın âtisizliğinde heder ediyoruz…
“Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik,” feryadı, vakte hürmetle müzeyyen bir ömrü yaşamak olsa gerek… Vakti unutmanın kaçınılmaz sonu, O’ndan uzaklaşmak… O’nu aramayanın, unutanın zamanı sonlu iken, vaktin hakikatini bilenin hüznündeki huzur, sonsuz… Benlik havuzunun zamanında mâlik olunanlar mecalsiz, vaktin seyelânından nasiplenilenler zîhayat… Vaktin rahmeti yağıyor ancak muhabbettin kovulduğu zamanın taşı üstünde gelincik yeşermiyor…
Vuslat yolundaki seyrinde Alexis Carrel, vaktin semalarında dolaşırken “Dön de ıssız kalan mâzine bir bak,” diye sormadan edememişti. Behçet Necatigil de gölgesi duvara, eli yanına düşerken,
Secdelerdeymiş Allah
Bulmak, alnıma düştü
vaktinde, bedbaht zamanları siliyor ve nihayet ebedî kalanı müjdeliyordu: “Ölen, bu taşın altı; kalan, bu taşın üstü!” Yaşayan vakit, ölen zaman…
Ve ben, vaktin hasretinde, hüznün zamanında yâr-i ezelin sevdasıyla, hicrete cesaret eyledim…