Yarım kalmış bir tefrika: Barem Kanunu
Melih Cevdet Anday’ın edebiyata ilgisi küçük yaşta, henüz ortaokuldayken Tepegöz Hayri adıyla yazdığı denemelerle başlamış. Lise döneminde şiire başlayan Anday, daha sonra dergilerde şiirlerini yayımlamış. Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tanışması da yine bu yıllarda olmuş. Adı her ne kadar Garip şairleri arasında anılsa da ilerleyen süreçte bu akımdan koparak farklı tarzda şiire yönelen Melih Cevdet’in roman, deneme gibi farklı türlerde eserleri de var.
3 Ekim 1946 yılında tefrika edilmeye başlanan ve Anday’ın kendi adıyla yayımladığı ilk roman olma özelliğini gösteren Barem Kanunu, tam 77 yıl sonra okuyucu ile buluştu. Romanı gün yüzüne çıkaran Eyüp Tosun, keşif süreci ayrıntılı bir şekilde anlatıyor ve romanı aramaya yönelmesinin sebebini Anday’ın mektuplarında geçen şu ifadelere bağlıyor:
“Ben İstanbul’dan döndükten sonra şu mahud Barem Kanunu’nu Ankara’da yeni çıkmaya başlayan Başkent adlı bir dergide tefrika ettim. Ama on beş yirmi tefrika sürdü, sonra şimdi burada anlatması çok uzun ihtilaflar yüzünden kesmeye mecbur oldum. Yalnız sana şunu söyleyeyim: Romanım çok istediğim gibi oldu. Zevkine, bilgisine güvendiğim bir iki dostumdan da çok teşvik gördüm.”
Şehrin dışında, çevresinde istasyon dışında bir şey bulunmayan tek katlı, büyük ve kasvetli bir bina. Romanın kahramanları bu binada çalışan memurlar. Nizamettin ise aralarına sonradan gelecek ve anlaşıldığı üzere anlatının gidişatında önemli bir yere sahip olacak genç bir memur. Hem ilk memuriyeti olması hem de bakması gereken bir ailesi olmamasına rağmen yüksek maaş alıyor olması diğerler memurlar tarafından kıskançlıkla karşılanıyor. Romana adını veren kavram ise burada karşımıza çıkıyor: barem kanunu. Personellerin derecelerine göre maaş almalarını düzenleyen bir kanun bu.
“Ama o zamanlar Barem Kanunu yoktu ki işler yoluna girsin.”
Hem romanın adını hem de bu cümleyi dikkate aldığımızda romanın gidişatında Nizamettin’in maaşının yüksek olmasından dolayı çıkacak olan problemlerin belirleyici olacağını tahmin ediyoruz. Fakat romanın yarıda kalmış olması ve tefrika edilen bölümlerde de konudan tekrar bahsedilmemesi nedeniyle bu durum tahminden öteye geçemiyor.
Anlatının bakış açısına gelirsek, romanın anlatıcısı ilahi (Godlike) bir konumdadır. Kendini gizleme gereği duymadan doğrudan olaylara ilişkin yorumlar yapar. Karakterleri tanıtırken de öznel yargılarda bulunmaktan çekinmez. İlahi bakış açısıyla her şeye hakim olan anlatıcı, romanın akışında henüz yaşanmamış olaylardan da bahseder. İlerleyen sayfalarda yaşanacak hadiselere ilişkin ipuçları verir, daha sonra bunlardan ayrıntılı bahsedeceğini söyler. Fakat romanın tamamlanamamış olması buna fırsat tanımaz. Anlatıcının bu müdahil tavrıyla öğrendiklerimiz sayesinde olay akışında henüz gerçekleşmeyen şeyler hakkında fikir edinmiş oluruz. Onun anlatacağını vadettiği olaylara baktığımız zaman romanın çok küçük bir kısmının tefrika edilebilmiş olduğunu fark ediyoruz. Bu süreçte karakterleri tanır, hatta romanın nasıl sonuçlanacağına ilişkin bilgiler de alırız fakat arada kalan bu kısım bizler için belirsizdir.
Yazarın, “Romanım çok istediğim gibi oldu,” sözü ile anlatıcının romanın henüz yayınlanmayan kısımlarından haber vermesini beraber değerlendirdiğimizde, tamamı yayımlanmamış olsa da eserin kurgusunun büyük ölçüde tamamlandığını düşünmek hata olmaz herhalde.
Netice olarak romana baktığımızda yarım kalmış olmasının yanında nitelik açısından da kuvvetli olmadığı görüyoruz. Asıl merak unsuru olan ve olay örgüsünde belirleyici hadiselerin anlatımı sürekli olarak erteleniyor. Bununla birlikte gereğinden fazla tasvirler ve konuya katkısı olmayan olayların sıkça anlatılması da bizi zayıf bir olay örgüsüne götürüyor.