Yeryüzünün kanı: Su ve Düşler
Su ve ateş savaşta mıdır? Yoksa zıt olmalarına rağmen birbirlerini tamamlayarak dünyanın özünü mü oluştururlar? İnsanın ruhu su, bedeni ateş midir? Hisleri suya, eylemleri ateşe mi tekabül eder? Bu iki elementten mi müteşekkildir insan? Geri kalan diğer iki element, hava ve toprak, bu iki elementle etkileşime girdiği ölçüde mi insana tesir eder? Biri sebep, biri sonuç mudur? Biri harekete geçirir öbürü kapsar mı? Biri başlatır, diğeri son noktayı mı koyar?
Her biri uzun mülahazalar gerektiren bu soruları aklımıza düşürüyor Gaston Bachelard, Su ve Düşler’de. Kitap, 2023 Şubat’ında Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Çevirisi Zeynep Bengü’ye ait.
Yukarıda sorduğumuz sorular, soruldukları kadar kolay cevaplanamaz. Bunun bir sebebi suyun olanca duruluğuna rağmen içinde barındıkları, büyüttükleri, derinliği, karmaşası hem varoluştan hem yok oluştan, hem hayattan hem ölümden sorumlu olmasıyken, bir diğer sebebi de Bachelard’ın tuttuğu felsefi yoldur.
Bachelard, kendisi bu tasnifi pek sevmese de, pozitif bilimlerden gelir. Fizik ve kimya okuduktan sonra felsefeye merak salmış, sonrasında bilim felsefesiyle ilgilenmeye başlamıştır. Epistemolojiye “zihnin psikanalizi” olmayı yakıştıran Bachelard, temelde ikili karşıtlıklar üzerinden düşünmüyor, ampirizmle rasyonelliği birbirine zıt görmeyip tamamlayıcı addediyor, her ikisinin de bilimsel araştırmanın parçası olduğunu söylüyordu. Zıtların birliğiyle ilgili bu fikriyatı ve tavrı felsefe anlayışına da damgasını vurdu. Buradan psikanaliz, psikoloji ve poetikayla ilgilenmesi bu yazının konusu kitabın da temelini teşkil ediyor.
Bachelard’ın sadece bilim anlayışı değil, felsefe ve psikoloji/psikanaliz anlayışı da ikili karşıtlık değil tamamlayıcılıktan besleniyor. Daha doğrusu bu yaklaşımla şekilleniyor. Şayet Su ve Düşler’de, su ve ateşin birbirine tamamen zıt olduğunu söyler öyle ki bu iki madde “belki de tek gerçek tözsel çelişkiyi” verir der, amma ilave eder: “Bu iki element bir araya geldiğinde her şeyi yaratır.” Suyun dişilliği ateşin erilliğine tam karşılık gelir, “ateşin erilliği karşısında suyun dişilliği çaresizdir. Su kendini eril hale getiremez.” Su, kötüleştiğinde, kirli duygularla dolduğunda eril hale gelebilen bir maddeyken, ateşin karşısında olanca dişilliğiyle durur.
Bachelard’ın su-ateş zıtlığı ve birliği üzerinden yürüttüğü bu tartışma günümüzde hem varoluşçu feministlerin (kaldıysa) hem güncel ve daha pop kültür diyebileceğimiz şu dişil-eril enerji tartışmalarının başlangıcı, yozlaşmamış hali olarak görülebilir, ayrıca detaylı okunması halinde bunlara derinlik de katabilir. Zira tözlerden bol bol bahsetse de aslında özcü bir yaklaşımı yoktur Bachelard’ın. Suyu etki alan, etki veren bir madde olarak değerlendirir. Su ile ateş arasında kurduğu mütekabiliyet her fizik kavramının metafizik bir başka kavrama karşılık geldiğini düşünmesiyle de paralel. Zaten yapısalcı bir düşünür olduğunu söylemek de mümkün bu paralelden yola çıkarak.
Su ve Düşler sekiz bölüme ayrılıyor. Suyun tazeliğiyle başlıyor (Berrak Sular, İlkbahar Suları ve Akan Sular, Âşık Sular), suyun coşkuyla akmayıp durulmasıyla, derinleşmesiyle, yatağına oturmasıyla devam ediyor (Derin Sular- Durgun Sular-Ölü Sular). Suyun neleri içine alıp eritebildiği, hangi güçleri tek potada erittiği, hangi tözleri barındırdığını irdelediği Birleşik Sular bölümüne geliyor oradan. Sonrasında Anne Suyu ve Dişil Su bölümüne geçiyor. Suyun hayat kaynağı olduğu hepimizin malumu. Aynı zamanda okyanus ve anne rahmi arasında psikanalitik bağlantılar da malum. Bebek bir sıvının içinde büyüyor, annenin suyunun gelmesi sayesinde dünyaya adım atıyor, gelir gelmez ağlayarak vücudundan su çıkarıyor. Su olmadan hayat başlamıyor ve su olmayınca hayat bitiyor fakat bu bölümde Bachelard suyu süt olarak, anne sütü olarak da ele alıyor. Su sadece dişil olmayı değil anneliği de başka bir elemente kaptırmıyor.
Bu bölümden sonra Tatlı Suyun Üstünlüğü üzerine yazıyor Bachelard. Asıl suyun; bizi besleyen, büyüten, umutlandıran, güzelleştiren suyun tatlı su olduğunu anlatıyor. En son bölümü de tatlı suların hem maddî açıdan hem de barındırdığı anlamlar bakımından zıddı olan Şiddetli Su’ya ayırıyor. Burada suya dair sadece iyi bir tablo çizilemeyeceğini, “dünyanın hem istenç hem hasım” olduğunu detaylı şekilde işliyor. Su kötücül olduğu zaman korkutucudur, “okyanus korkuyla kaynar.”[*] Su aynı zamanda kaynar. Yalnızca hayat veren, sakinleştiren, derinleştiren bir madde değildir. Kuvvetlerini ve dirençlerini içinde taşır.
Altı bölümü andık ama tabii kitap sekiz bölümden oluşuyor. Bu sekiz bölüm boyunca Bachelard bir su mimarisi kuruyor. Aşağıdan yukarı doğru bir yapı inşa ettiğini görüyoruz ki yapısalcılığını yukarıda vurgulamıştık. Suyun temel dişilliğinden, hayatiliğinden başlıyor; suyun ses ve şiirle ilişkisini kurana kadar da durmuyor. Suyun üstyapı özelliği; artık maddi tahayyülünü, dünyadaki yaratım gücünü, insanla ve diğer elementlerle ilişkisini, düş kurma ve düşleri barındırma kapasitesini geçtikten sonra şiirde duyulması, ses olarak duyulması yahut seslerin su gibi duyulmasıdır. Topraktan gökyüzüne kadar dünyadaki her canlı bir biçimde suyla muhataptır.
Bachelard klasik bilim felsefesinden ayrıldığı gibi klasik varoluşçuluktan da ayrılıyor. Esasında bu ayrılıkla kendisinden sonra gelen varoluşçuları etkilediğini söylemek daha doğru. Varoluşçuların anlamsız ve absürt olarak algıladıkları dünyaya verdikleri tepkilerden farklı olarak Bachelard bizi hayatta tutan ve gerçek anlamda oluşturan elementler etrafında bir felsefe anlayışı kuruyor. Kitabı sadece metafizikten, soyut şekilde düşlerden ve suyun felsefesinden bahseden bir kitap olarak düşünmeyin. Zira içinde hem fizik hem de kimya biliminden bilgiler ve katmanlar taşıyor. Suyun diğer elementlerle girdiği tepkimeler de anlatılıyor kitapta, bu tepkimelerin bütün olarak insana etkisi de. Zaten sadece felsefi ya da poetik gözlüklerle bakmak en başta Bachelard’ın bütünlük ve birlik anlayışına ters. Psikolojiyi kimyadan, felsefeyi fizikten ayırmadan sunuyor bütün görüşlerini düşünür. Bunları da poetikanın yatağında işleyebiliyor. Suyun poetikası da düşündüğümüzden daha kimyasal bir şey hatta. Varoluşçularla en çok yakınlaştığı nokta da zaten suyu bir totalite olarak algılaması. Suyla gelen düşler de gerçek hayatı es geçen hayallerden ibaret değil. Maddi tahayyül anlayışını atıyor ortaya yazar.
Kitap boyunca Edgar Allan Poe’dan Shakespeare’e çok farklı dönemlerde farklı lisan ve tahayyüllerle yazmış şairlerin eserlerini ve düşlerini de inceliyor Bachelard. Mesela; Hamlet’e dair fikirlerini beyan ederken de yine varoluşçuluktaki kimsesizlik ya da sahipsizlik vurgusundan koptuğunu gösteriyor. Ophelia’nın kendini sulara bırakarak intihar etmesinin bir kapsanma arayışı, anne arayışı olduğunu söylüyor. Ophelia elbette depresif bir konumda, bu anlamda bize gerçeği de hatırlatır nitelikte. Fakat başka bir yolla değil de suyu seçerek intihar etmesi bize suyun gücünü ters bir yerden gösteriyor. Su düşlerle birlikte umutsuzluk da barındırıyor. Durgun bir su, akan bir nehir değil bu. Akışın içinde yaşarken, hayatın içinde akarken umut dediğimiz fanteziden uzağız. Umut beslemek gereği duymuyoruz kanımız akarken. Dolayısıyla bu durgun su umutsuzluğa sürüklediği gibi, umut etmemenin, tamamen gerçeğe dönmenin de dipsiz anne kucağı olduğunu vurgular nitelikte. Değil mi ki hayat biraz da annenin sıcak kucağından kalkınca başlıyor!
Su, gerçekle böyle bir temas sağlarken düşler görmemize de engel olmuyor. Narkissos’un hikayesi için yine durgun suyun seçilmesi tam da bu sebepten. Hiçbir şeyle ilişki kurmadan kendimize baktığımız durgun bir suda âşık oluyoruz kendimize. Su burada ayna görevi görüyor ama aynı zamanda kendimizden başka bir güzelliğin olmadığı bir düşe inandırıyor bizi. Bu düşten uyanmak içinse büyük bir deha olan şairle karşılaşmak gerekiyor yazara göre.
Suyu nihai dişi, rahim, gündüşü, süt, ayna, anne, ruhun geçmişi, yeryüzünün kanı, sağduyunun kimyası olarak okuyan Bachelard aynı zamanda şairlerin kimyasının da su olduğunu söylüyor. Zira “bütün renkler, bütün tatlar, bütün kokular suya nüfuz eder”, tıpkı dünyanın şaire saldırması ya da şairin duyargalarının herkesten daha erken dikilmesi gibi. Aynı zamanda suyun akışkanlığı şairin hayatiyetiyle de bağlantılı.
Su ve Düşler’de Bachelard dört başı mamur bir su mimarisine girişmiş. Bununla da kalmamış suyun felsefesi, psikanalizini hatta teolojisini bile irdelemiş. Yukarıda sorduğum sorulara daha onlarcası ilave edilebilir ve bu minvalde pek çok üst-metin de yazılabilir. Okudukça zihninizde pıtrak gibi çoğalıyor sorular, merak ettikçe ediyorsunuz. Zira su bazen karşınıza “ıslanmış bir alev” olarak çıkıyor, bazen ateşi sakinleştiren tek şey. Toprağın ancak suyla işe yarayacağını okuyorsunuz; sonra geceyle birleşen suyun kalbe korku vereceğini. Yeterli miktarda suyun süt gibi besleyici olacağını anlıyor, beslendikten sonra da hayal kurmaya ve keşfetmeye kendinizi açıyorsunuz. İşte düşlerin yakıtı da buradan geliyor.
[*] Du Bartas.