“Baktığınız zaman:” Kurtuluş Kayalı portresi
Başlık Kurtuluş Kayalı’yı tanıyanların aşina olduğu bir ibare. Hoca “baktığınız zaman” yanında “hikayeye baktığınız zaman,” “şöyle bir bakınca,” “bakmak lazım” gibi ifadeleri de yazı ve konuşmalarında çok sık kullanıyor. Aslında hepimiz kullanıyoruz. Bu nedenle bir düşünce adamını betimlemek için herkesin kullandığı sıradan denebilecek bir sözü başlığa taşımak abes gelebilir. O halde meseleye biraz daha yakından bakalım.
Düşüncenin hikayesi
2006’da TRT için hazırlanmış Mehmet Akif belgeselinde Cevdet Kudret’le söze başlıyor Kayalı. Akif’ten kendisinin ne anladığını söyleyen diğer konuşmacıların yaptığını yapabilir, Akif hakkında konuşmaya Akif’ten başlayabilirdi. Cevdet Kudret’le başlamasının anlamı ne? Sadece bu detaydan yola çıkarak hoca hakkında birçok şey söylenebilir. Galiba bunlardan ilki, hocanın Türk düşüncesini bir bütün halinde kavrama cehdidir. İşte bu mücahedeyle ilişkili olarak yine hocanın çok kullandığı “hikaye” sözcüğünün etrafında gezinmemiz gerekiyor.
Düşüncenin hikayesini yazıyor Kurtuluş Kayalı. Edebiyatta hikâyenin kısaca olay örgüsünü ifade ettiğini biliyoruz. Hani şu bir zamanlar kompozisyon derslerinde öğretilen giriş-gelişme-sonuç meselesi. Serim-düğüm-çözüm veya. Edebiyat yanında tıpta da kullanılıyor hikâye kavramı. “Hastanın hikayesi”nden bahsediliyor mesela. Doğru tedavi için bilinmesi gerekenleri içeriyor bu çeşit bir hikâye. Kısacası her iki anlamıyla da hikâye bir sürece, bir bütünlüğe vurgu yapıyor. Kayalı da Türk düşüncesinin hikayesini yazıyor adeta. Tek tek bireylere yoğunlaşırken, onlara ilişkin her detayı yakalamaya çalışırken, aynı zamanda bireyleri aşan bir ilişkisellik kurmayı başarıyor. Sabırsız okuyucu veya dinleyici hocanın detaylarda boğulduğunu düşünebilir. Sabırsızlar yanında kesin inançlıları da ekleyelim elbette. Mesela Sina Akşin. Kayalı’yı ağaçlarla uğraşmayı bırakıp ormanı görmeye çağırıyordu bir tartışmada. Hocanın detaylara olan ilgisi, yukarıda bahsettiğim ilişkiselliği doğru kurma çabasına matuf kanımca.
Türk düşüncesinin en geniş kadrosu
Türk düşüncesinin hikayesini kurma gayretinden dolayı hocanın makalelerinde çok sayıda özel isim yer alır. O isimlerden birinin savunduğu bir fikir vardır, başka biri bu fikrin esas kaynağıdır, kısık bir ses kendi öneminin bile farkında olmadan konuyla ilgili önemli laflar eder, Kayalı’nın manzaraya dahil ettiği bir başka isim daha önce o muhitte hiç görülmemiştir vs. Bu çeşitlilik, “baktığınız zaman” ifadesinde somutlaşan serinkanlı, önyargısız ve klişeleşmeye karşı duran bakışın bir verimidir.
Türk düşüncesinin kılcal damarlarında gezinir Kayalı. İlk bakışta fark edilmeyen, yüzeysel bir araştırmayla keşfedilmeyecek bağlantılara dikkat çeker. Bu bir yönüyle okur veya dinleyici için şaşırtıcı bir hızda gerçekleşir. Sözgelimi Doğan Avcıoğlu hakkında uzun uzadıya ve neredeyse nefessiz konuşurken bir anda Sezai Karakoç’u anar. Dinleyici, hocanın herhalde dilinin sürçtüğünü veya yazarı yanlış hatırladığını düşünür; halbuki hocanın zihin hızına yetişememiştir. Farklı isimler arasındaki geçiş hızı, Türk düşüncesini blok halinde ve bütün çeşitliliğiyle kavrama cehdinin en bariz göstergelerinden biridir.
İsim bolluğu, meseleleri ve isimleri tarihsel süreç içerisinde anlama, düşünceyi tarihselleştirme, böylece gerçekçi bir sonuca varma çabasından kaynaklanır. Bir düşünür kendinden ibaret değildir çünkü. Kayalı, ele aldığı her düşünürü evreler halinde kavrar. Değişim ve süreklilikleri, ilişki ve temasları ana fikir kadar önemser. Hocanın zihninde iki isim arasında güçlü bir ilişki vardır örneğin. Okur, Kayalı’nın zihnini ihata edemediği ve edemeyeceği için o güçlü ilişki, yazıya aktarılınca zayıf görünebilir.
Bu duruma örnek olarak hocanın Oğuz Atay’ın Metinlerinde Kemal Tahir Gölgesi metnini verebilirim. Kayalı’nın sempatik ama kusurlu yazı üslubuna yönelik eleştiriler, özellikle dost meclislerinde çokça dillendirilir. Kanaatimce bu yazma biçimi, hocanın konuşur gibi yazmasının yanında zihnindeki dağınıklık ve ilişkiselliği eşit düzeyde yazıya aktaramamasının sonucudur. Dağınıklık ağır basarsa yazının ana fikri bulanıklaşır. İlişkiselliğin ağır basması ise ana fikri belirgin kılarken, bu fikre ulaşılmasını mümkün kılan dağınık detayların üstünü örter. Belki de bu önemli detayları okurun bildiğini varsaymaktadır Kayalı. Yine de hiçbir okurun masası hocanınki kadar dağınık ve zengin değildir herhalde.
İsim bolluğu demişken bir hususa daha değinmek gerekiyor. Cemil Meriç’in “Her yüzyılda birkaç kişi düşünür, geri kalanlar düşünülenleri düşünür,” sözünü çoğu insan bilir. Sözün mistik tınısı çok açık. Meriç’in cümlesi farklı inançlarda gözlemlenen mehdi tasavvurunu anımsatıyor. Ben bu sözü düşünce tarihi bağlamında yorumladığımda, Kurtuluş Kayalı’nın çalışmalarının öne çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Kayalı’nın çalışmalarındaki isim bolluğunu düşünülenleri düşünme şeklinde anlamak mümkün. Meriç’in hafiften küçümsediği hissedilen yaklaşım yani. Halbuki düşünülenlerden yola çıkmadan inşa edilmiş bir düşünce muhaldir. Meriç’in kurucu, yıkıcı, reformist, revizyonist, anarşist düşünürü veya total entelektüeli kast ettiği şeklinde itiraz edilebilir bu söylediğime. Yine de kurucu düşünür karizmasının gerisindeki ilişki ağlarını, tarihten gelen yatkınlıkları fark etmek bireyi değerlendirmenin daha gerçekçi bir yolu gibime geliyor. Karizma yerine büyü de diyebiliriz. Son derece özgün görünen düşüncelerde bile düşünürün büyüsü, o düşünürün belli bir birikimden yola çıktığını fark ettiğimiz, birikime kavuşturan ve kafa gücünü görünür kılan ilişki ve konfor alanının ardındaki kol gücüne, yani yığınlara neler borçlu olduğunu anladığımız ölçüde bozulacaktır. Kayalı’nın ele aldığı isimler arasında ördüğü ağ, büyüsel entelektüeli bizden alırken, gerçeğin kişileri içeren ve aşan tarihselliğini armağan ederek bu anlayışa kapı aralıyor.
Aktör mü, ağ mı? Fail mi, yapı mı?

Düşünceyi tarihselleştirme yahut bağlamına oturtma gayreti Kurtuluş Kayalı'nın dergi, gazete, film, broşür ve afiş gibi malzemeyle kurduğu ilişkiyi açıklar. Masasındaki olağanüstü dağınıklık, yakın dönem Türk düşüncesine dair bütünlüklü bir bakış geliştirmesine hizmet eder. Dağınıklığın hizmet ettiği bütünlük! Edebiyattaki hakikiyyun mezhebini hatırlatan bir tavır değil mi? Ahlaksızlığı anlatırken ahlakı, kargaşayı anlatırken nizamı, çöküntüyü resmederken yükselişi hedefleyen edebiyatçılar geliyor aklıma bunu söylerken. Hocanın Kemal Tahir ilgisi, ne ilgisi ısrarı, bu yönden de ele alınmalı. Fikrî yakınlık kadar yöntem konusunda da bir akrabalık var iki isim arasında. İkisi de bahsettiğim mezhepten; biri edebiyatta, diğeri sosyal bilimlerde.
Kayalı bir düşüncenin oluşumuna etki eden unsurları bütün çeşitliliğiyle betimliyor. O kadar ki ele aldığı döneme ışınlanması halinde oluşturabileceği detaylı bir tarihsel manzara ortaya koyuyor neredeyse. Bu durum onun fikirlerinden kısmi yararlanmayı, çalışmalarını eklektik biçimde araçsallaştırmayı engelliyor. Hocanın betimlediği Türk düşünce dünyasında bireyler önemini yitiriyor adeta. Bireyin entelektüel karizmasının yerini düşüncenin sahipsiz genişliği alıyor. Düşüncenin sahibi değil, içinde oluştuğu ve dönüştüğü ilişkiler ağı dikkatimizi çekiyor. Yapı da demek mümkün. (Burada yapı kavramını sosyolojideki anlamını tahrif ederek kullandığımın farkındayım.) Türk düşüncesinin yapısını ulusalcı, İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi veya sosyalist bir öne çıkarma tavrından uzak biçimde kuruyor. Deyim yerindeyse milliyetçi literatürü milliyetçiden, sosyalist literatürü sosyalistten, Kemalist literatürü Kemalistten daha iyi tarayarak yapıyor bunu. “Bakmak lazım” demek kolay gelebilir insanlara. Unutmamak gerekir ki baktığı yerde işine geleni gören biri, Türk düşüncesini kavramaya değil ideolojik çıkarlarına dikkat kesilmiş demektir.
Kayalı’nın bütün gayreti Türkiye’yi anlamaktır. Akademik metinler kadar, belki onlardan daha çok sinema ve romana yolunun düşmesinin sebebi budur. “Bakmak lazım,” derken gözü Misak-ı Milli sınırları içerisindedir. Hocanın yakın çevresinde bulunan birinin, Fatih Çalmaz’ın anısını burada zikretmeye değer. Fransız bir yazarın metnini önemsiyor ve hocaya ısrarla öneriyor Çalmaz. Hoca Misak-ı Milli sınırları dışında yazılan metinleri okumadığını söylüyor. Hocanın akademik kariyeri, atıfları, birikimi, öğrencilerinin şahitlikleri bu anekdotun latife oluşunu fazlasıyla ispatlar ama burada anlaşılmaya değer bir husus var. Sartre’ı bildiği kadar İdris Küçükömer’i bilmeyen, Bergson okuduğu kadar Said Halim Paşa okumayan, Çernişevski’ye ayırdığı vakti Halit Ziya’dan esirgeyen biri, bir şeylerin ters gittiğini anlamak için bu anekdottan faydalanabilir. Bir adım sonrası hocanın kitaplarını okumaktır. Mesela Düşüncenin Coğrafyası. Başlangıç için en ideal metin diyebilirim.