Memduh Şevket Esendal okuma kılavuzu
Memduh Şevket Esendal, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde doğmuştur. Doğduğu yıl üzerinde tam bir mutabakat sağlanmamakla birlikte 1883 olduğu düşünülür. Asıl adı Mustafa Memduh olsa da Mustafa yerine babasının adı olan Şevket ismini kullanır. Esendal soyadını ise İsmet İnönü’nün tavsiyeyle alır. Düzenli bir eğitim almamış ve gittiği okulları bitirmemiş olmasından dolayı herhangi bir diploması yoktur. Fakat buna rağmen kendini pek çok alanda geliştirmiş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir.
Yaşadığı dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılan Memduh Şevket’in siyasi kimliği, edebi kimliğinin önüne geçer. Çok küçük yaşta ve şans eseri girdiği bu cemiyetle beraber başlayan siyasi hayatını ömrünün sonuna kadar devam ettirir.
Esnaf odaları mümessilliği, Anadolu vilayetleri müfettişliği gibi görevler alması ona Anadolu halkını yakından tanıma imkanı sağlamıştır. Hikayelerinde toplumun son derece doğal bir şekilde anlatılmasında bu tanışıklığın yansımaları kendini gösterir. Milli Mücadele başladığında Ankara’ya geçmiş İttihatçılarla birlikte yaşamış ve bu süreçte aktif rol oynamıştır. Bu dönemin savaş atmosferine ve ülkenin yeniden teşekkülünde yaşanan hadiselere hikayelerinde rastlarız. Uzun yıllar yurtdışı görevinde bulunan, çeşitli ülkelerde elçilik yapan Esendal, Bakü Mümessilliği yaptığı sırada Rusça öğrenerek Antov Çehov’un hikayeleriyle tanışmış ve Türk edebiyatında Çehov tarzı durum hikayelerinin önde gelen temsilcilerinden olmuştur.
1952 senesinde Ankara’da yüksek tansiyon sonrası geçirdiği beyin kanaması ardından hayatını kaybeden Memduh Şevket Esendal’dan geriye üç yüz otuz beş hikaye ve üç roman kalır.
Yaşamı boyunca yazmaya devam eden ve bunu sıkıntılı, zor hayat şartlarından bir kaçış olarak gören Esendal, hikayelerinin çoğunu okuyucuya sunmazken, bir kısmını dergi ve gazetelerde yayımlamıştır. Edebiyat alanında ses getiren eseri Ayaşlı ile Kiracıları romanıyla ise CHP Sanat Mükafatı yarışmasında dereceye girmiştir.
Hikayeleri
Memduh Şevket Esendal’ın kahramanları toplumun her türlü çevresinde karşımıza çıkan sıradan insanlar. Başlarına gelen büyük olaylar ve trajedilerden ziyade bu insanların günlük hayatlarını olağan akışı içinde görüyoruz. Toplumsal ilişkilerin yoğun olduğu ve her yönüyle karakterleri etkilediği hikayelerde kapı genellikle ahlaka çıkar. Yazar doğrudan bir ahlakilik dikte ediyor ya da ders vermeye çalışıyor olmasa da anlatılar genel olarak toplumsal ilişkilerin yozlaşması, aile içi hayatın bozulması gibi hadiseler üzerine.
Pek çoğu Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçiyor olmasına rağmen hikayelerde savaş doğrudan konu edilmiyor, günlük hayat devam ederken arka planda yaşanan bir hadise olarak ele alınıyor. Hem maddi hem manevi kayıplarla toplum üzerinde derin bir tesiri olduğunu görüyoruz. Fakat her şeye rağmen yaşamın -eksilerek de olsa- devam ediyor olması dikkat çekici.
Çolak adlı hikayede mekan Ankara. Savaş yenilgisinin ardından ülkeye bir sessizlik, gariplik durumu hâkim. “Belki gönüllerde gizli sıkıntılar var ama dışardan bunların belirtileri yok.” cümlesi ülke atmosferini özetler nitelikte. Yaşanan yenilgiler, kayıplar Çolak İbrahim’in derin bir umutsuzluğa kapılmasına neden oluyor. Yine kendi hayatını sürdüren, işine giden Çolak daha önce ne yapıyorsa onu yapmaya devam eder. Fakat ruh hali artık tamamen değişmiştir. Ne yenilgileri kabullenebilir ne de bu umutsuzluk hissinden sıyrılıp aldığı iyi haberler karşısında mutluluk duyabilir. Düşmanın ülkeden atılması ya da barış anlaşmasının imzalanması gibi hadiseler bile onun umudunu yeşertemez. Bir kere aksilik yaşandı, tekrar yaşanır kaygısından kurtulamaz bir türlü.
Karşılıklı ilişkilerin kuvvetlice işlendiği bu hikayelerde insanların üzerindeki toplumsal baskının çok şiddetli olduğunu görüyoruz. Kendi yapıp etmelerini hep bir başkalarının görüşü altında şekillendiriyor, “insanlar ne der?” kaygısıyla hareket ediyorlar.
Kocası Ölen Kadın adlı hikayede yaşlı ve hasta bir adamın ölümünün ardından karısına taziyeye gidiliyor. Kadın genç, çocuğu yok ve ölen eşinden yüklü bir miras kalmış. Eşinin ölümü onu üzmüyor fakat taziyeye gelen insanların karşısında adeta tiyatro oynar gibi yapmacık bir şekilde bayılıp duruyor. Hikayeyi ağzından dinlediğimiz karakterin bu oyun karşısında kendi kendine düşüncelere daldığını, kadınların gerçek düşüncelerini rahatça ifade edebileceği bir zamanın gelip gelmeyeceğini sorguladığını görüyoruz.
Toplumsal baskının kendini en net gösterdiği yer evlilik ve aile hayatı. Farklı çevrelerce kabul gören ve benimsenen birbirinden farklı aile profilleri var. İnsanlar da bunlara uyum sağlamaya ve kendi hayatlarını bunlara göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Fakat çizilen bu ideal aile profilleri dışarıdan her ne kadar güzel ve çekici gözükse de içeride aile fertlerine zarar veriyor. Onları mutsuz ve istemedikleri yaşamlara sürüklüyor.
Bir Kadının Mektubu adlı hikayede boşanmak isteyen bir kadının ayrılma sebeplerini yazdığı mektubu okuyoruz. Onun evlilikten beklentisi samimi ve sade bir yuvayken eşi çevresinde gördüğü yaşama ayak uydurmaya çalışıyor. Daha pahalı eşyalar daha süslü kıyafetler, makyajlar… Kadın, kendi tabiriyle sonradan görme şeklinde kurulan bu hayata katlanamıyor ve ayrılmaya karar veriyor. Eşi başkalarından gördüğü bu hayatlara o kadar alışmış ve ideal olarak görmüş durumdaki kadının ayrılma nedenini dahi algılayamıyor.
Memurlar, Esendal’ın hikayelerinin vazgeçilmez karakterlerinden. İşgal ettikleri statülere layık olmayan, sahip oldukları makamların hakkını veremeyen pek çok karakter var. İşlerini yerine getirirken -ya da getiremezken- hep bir rahatlık ve boş vermişlik içindeler.
Bizim Müşavir Bey hikayesindeki müşavir anlatılanları zor kavrayan, yapması gereken işleri kendi başına halledemeyen tembel ve beceriksiz bir tip. Çevresindeki herkese alay konusu olan müşavirin yardımcısının da adı “Müşavirin Dadısı”na çıkıyor. Bu beceriksizliği yalnızca işiyle sınırlı olmayan, kendi günlük hayatının gerekliliklerini dahi yerine getirmekten aciz olan bu adamın belli bir statüyü elde edebilmiş olması akıllarda soru işareti bırakıyor.
Hikayelere konu edilen unsurlardan biri de hürriyet. Fakat yüceltilen ya da arzulanan bir durum olarak değil. Daha çok talep edilmeyen ve halkta karşılığı olmayan bir mefhum olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar kazanıldığı söylenen bu hürriyet ile ne yapacaklarını bilemiyor, hatta bazen ne olduğunu bile idrak edemiyorlar.
Hürriyet Gelirken adlı hikayede küçük bir nahiyede alınan telgrafla halk hürriyetin geldiğini öğreniyor. Müdür, telgrafçı, öğretmen, jandarma, hakim ve daha birçok kişi toplanıp düşünüyor, fakat bunun ne demek olduğuna bir mana veremiyorlar. Çevre bölgelerde kutlamaların yapıldığı öğrenmelerinin ardından iyi bir şey olduğuna hükmettikleri hürriyetin gelmesine sevinmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Ne olduğunu anlayamadıkları bu hürriyeti davul zurnayla tam bir curcuna içinde kutlamaya başlıyorlar.
Esendal, İstanbul ile Ankara’yı tamamen zıt iki şehir olarak değerlendiriyor. Birbirinden bambaşka bu şehirlerin insanların hayatlarına tesirleri de çok farklı oluyor. İstanbul zevk, heves ve eğlence şehriyken Ankara adeta bir bilinç ve sorumluluk olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul’da uçarı hayat yaşayan karakterler Ankara’ya gidince değişiyor, bozulan aile hayatları yine orada düzene giriyor.
Murat Ali adlı hikaye, özelde yaşanan evler, genelde ise şehirler vasıtasıyla mekanların karakterler üzerindeki tesirlerini gördüğümüz hikayelerden biri. Murat Ali, İstanbul’da, şehrin karışık atmosferinin bir tezahürü gibi olan farklı millet ve dinlerden insanların bir arada bulunduğu bir evde kalır. Ev huzursuz, rahatsız ve tedirgin edicidir. İstanbul’un karışık, hükümetin ise sallantıda olduğu bu dönemde şehrin yansıması gibi olan bu ev, karakteri de olumsuz etkiler. Başkentin İstanbul’dan Ankara’ya geçtiği yıllarda tam da bunun alegorisi gibi Murat Ali de Ankara’ya taşınır. Ülkenin yeniden kuruluşunun merkezi olan Ankara’da ise onun da memleket meseleleriyle hemhal olduğunu, ülkenin kurtuluşuna dair çözümler üretmeye çalıştığını görüyoruz.
Ayaşlı ile Kiracıları
Memduh Şevket’ın hayattayken kitap haline getirilen tek romanı olan Ayaşlı ile Kiracıları, Anadolu’nun bir ilinde -neresi olduğu belirtilmiyor olsa da Ankara olabileceği düşünülür- Ayaşlı İbrahim Efendi’nin kiraladığı dokuz odalı bir apartman bölüğünde geçer. Bu odalardan birine taşınan ve adını öğrenemediğimiz anlatıcı, bankada çalışan genç bir erkektir. Onun gözüyle bölükteki odalarda yaşayan herkesi tanır, yaşamlarını öğreniriz. Ülkenin farklı yerlerinden gelen, farklı mesleklere ve yaşayışlara sahip olan bu insanlara baktığımızda her yerde karşımıza çıkabilen, diğerlerinden sıyrılan bir özelliği olmayan sıradan insanlar olduklarını görürüz. Hem karakterler hem de onların yaşamları tam bir doğallıkla okuyucuya sunulur. Romanın gidişatına yön verecek, karakterleri derinden etkileyecek trajediler yaşanmaz. Fakat hikayelerinde olduğu gibi burada da toplumun genelinde görülen bir ahlak sorunu söz konusudur. Özellikle aile bağlarının çözüldüğünü ve klasik aile hayatından tamamen uzaklaşıldığı dikkatleri çeker. Kumar, aldatma, dedikodu, adam öldürme ve daha pek çok hadisenin yaşanıyor olması hem bireysel olarak karakterlere hem de ailelerine zarar verirken toplumsal yozlaşmaya de sebep olur.