Macit Gökberk haklı mıydı: Özgür olmadığımız için mi felsefe yapamıyoruz?
Kendisiyle 1983 yılında yapılan bir söyleşide “Felsefe birtakım sorunlar üzerindeki bir diyalogsa, yüzyıllardır süregelen bu diyaloğa katılmak gerekir, özgün bir felsefe ortaya koyabilmek için,” diyor, Felsefe Tarihi kitabıyla birçok kuşağın felsefî ilgilerine hitap edebilmiş Macit Gökberk. Felsefe yapmak için düşünceleri sebebiyle önemli hale gelmiş büyük filozoflarla birlikte düşünmenin gerekli olduğuna inanan Gökberk, onlarla diyaloga girmenin ön şartının ise bilgi birikimi ile bu bilgi birikimini kullanabilecek bir zeka ve aklı işletme alışkanlığı olduğunu belirtiyor. Kant’ın “Felsefe öğrenilmez, felsefe yapılır,” görüşünü aktardığı söyleşisinde felsefe yapabilmek için felsefenin nesnelleştiği eserlerle birlikte düşünmenin gerekli olduğunu da söylüyor Gökberk.
Felsefenin, dahası özgün bir felsefenin nasıl yapılacağına ilişkin Gökberk’in yaptığı bu belirlemeleri elbette onun felsefenin olabilmesi için özgürlüğün olması gerektiğine ilişkin söyleşisinin daha önceki sorularına verdiği cevaplardaki tespiti ışığında okumak gerekiyor. Türkiye’de ‘gerçek anlamıyla felsefe’nin hiçbir zaman oluşamamasının sebebinin gerçek anlamda bir özgürlük ortamının olmamasına bağlayarak açıklayan Gökberk için felsefenin gelişmesinin zorunlu şartı özgürlük. Karl Jaspers’ın tespitine dayanarak felsefeyi “en radikal, en köke kadar inen soru” olarak niteleyen Gökberk, felsefenin yapılabilmesi için mutlaka özgürlüğü gerekli görüyor ve üstelik bu özgürlüğün sadece yasal bakımlardan değil, törel bakımlardan da geçerli olması gerektiğini belirtiyor. Türkiye’de Batı anlamındaki felsefenin (yani Gökberk’in kastettiği anlamda ‘gerçek felsefe’nin) 1908’lerde başlamasının da bu bakımdan bir rastlantı olmadığına kani Gökberk; ilk özgürlüklerin, ilk özgür ortamın o sıralar ülkede hazırlanmaya başladığına ilişkin vurgusunun eşliğinde ifade ediyor bu görüşünü de.
Ancak felsefenin başlangıcında duran Sokrates’in görülen mahkeme sonrası baldıran zehri içmeye mahkûm edilmesi ya da hem Platon hem de Aristoteles’in yaşadıkları şehirleri gördükleri baskılar sonrası terk etmek zorunda kalmaları Gökberk’in felsefenin varlığı için özgürlüğün zorunlu olduğu savını askıda bırakıyor. Gökberk’in felsefenin yapılabilmesi için şart koştuğu özgürlüğün kendi tarihimizde olmadığı savı da ayrıca tartışmalı. En azından felsefe yapabilmek için gerekli özgürlüğün niteliğine ilişkin tespitlerinin Batı’yı kayıran içeriğine dikkat etmeli. Batı’da da özgürlük olmamasına karşın felsefenin var olabilmiş olmasına ilişkin soruya verdiği cevap durumu özetliyor: “Despotik bir dünyaydı bizim dünyamız… Hegel’in deyişiyle, tek kişi özgürdür. Geri kalan insanların hepsi kuldur. Felsefenin olması için, çok kişinin özgür olması gerekiyor. Bakın, batıda, daha 13. yüzyılda, (İngiltere’de), Magna Charta’yla birlikte, tek kişinin egemenliğine, otoritesine karşı çıkılmıştır... Bizde ise, baştaki tek otorite karşısında, hakan, hükümdar, padişah, ne isterseniz deyin, hiçbir zaman ciddi bir karşı ağırlık olmamıştır.” Bu sarfettiği sözlerden anlaşılıyor ki Gökberk’in öncelikle kastettiği özgürlük, kendisi her ne kadar törel bakımdan da özgürlük olması gerektiğini söylese de tamamen siyasal bir özgürlük. Yeri gelmişken söylemeli, her ne kadar Gökberk bu noktayı tasrih etmiyorsa da bahsettiği törel özgürlüğün sefihliğe özgürlük şeklinde anlaşılmaması gerekli.
Geleneksel toplumlarda özgürlük var mı?
Oysa Faslı Marksist sosyolog Abdullah Laroui, “Geleneksel İslami yapı içinde siyasal özgürlük hiç tanınmıyor değilse de oldukça sınırlıydı” diyerek Gökberk’in görüşünü görünürde doğruluyor; ancak, bütün tartışma sahnesini değiştirecek tespiti de bu görüşün akabinde ifade ediyor: “Siyasal alan da toplumsal alana karışmayacak kadar dardı.” Yine Laroui’nin aktarımıyla ifade edecek olursak, modern zamanlarda özgürlük üstüne en çok düşünen filozoflardan biri olarak tanınan ünlü liberal filozof John Stuart Mill özgürlük sorununun ancak modern devlet çerçevesi içinde ortaya konabildiğini savunuyor. Bunun anlamı açıktır: Modern devletten önce özgürlüğün olmadığını düşünebileceğimiz gibi devlet evvelce bilinen bireysel despottan daha zorba anonim bir despot haline gelmiştir; Mill’in bu konuda söyledikleri aktarılmalı: “Devlet ne kadar çok demokratikse, bireysel özgürlük o denli az teminat altındadır.” Ayrıca 1815 sonrasındaki “modern devlet”in gerçekliğinin hiç de ideolojik bakımdan savunulduğu gibi olmadığı, Burke ve Tocqueville’nin göstermiş olduğu şekilde modern devletin mutlak monarşilerden daha baskıcı olduğu da ileri sürülebilir. Eğer Mill’in söyledikleri doğruysa, yani “özgürlük sorunu” modern dönemlere ait bir sorunsa felsefenin “ilk koşulu, temel koşulu” olan özgürlüğün olmamasından dolayı modernlik öncesi felsefenin de olmaması lazım gelir.
Arap-İslam toplumlarında tarihsel özgürlük tecrübesinin geleneksel devlet örgütlenmesinin düşündürdüğünden daha geniş olduğu sonucuna ulaşan Laroui’ye kulak verilirse “Saltanata dayalı devlette özgürlük idrak/tasavvur edildiğinde, bu, devletin inkarını gerektirir; siyasi alandan tardedildiğinde ise kendini negatif olarak ütopya halinde ifade eder. Ancak ütopya o haliyle, sırası geldiğinde, herkesin davranışına ve nihayet yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkiye tesir eder.” 19. yüzyılda gerçekleşen reformlardan önceki duruma ilişkin Laroui’nin yaptığı tasvir, aynı dönemlere dair Gökberk’in Hegel’e dayalı tasvirinin ye(te)rsizliğini açığa vuruyor. Açık ki kâmil anlamıyla (hem siyasal hem toplumsal hem de bireysel) özgürlük, modern zamanlar öncesinde hiçbir toplumda yok; çünkü hiçbir toplumda hayatın her alanına müdahale eden modern devlet örgütlenmesi benzeri siyasal örgütlenmeler yok!
Özün gürleştiği alanlar: Bedevilik ve tasavvuf
Bu noktadan itibaren Laroui’nin İslam düşüncesinin atıfta bulunduğu psişik-metafizik özgürlükle sadece liberallerin ilgisini uyandırdığını düşündüğü (Laroui, liberal öğretinin özgürlük problematiğini devlet çerçevesinde düşündüğünü söyler) toplumsal-siyasal özgürlük arasında yaptığı ayrımla ilgilenebiliriz. Laroui’nin sözlük, fıkıh, kelam, tarih ve tasavvuf tecrübelerinden derlediği genel hüküm böylelikle belirginleşir: Bireyler için geleneksel toplumlarda siyasal özgürlük alanı darsa da sivil özgürlüklerin alanı epey geniştir. Sivil özgürlüğün hemen her zaman devlet öncesi bir özgürlük olduğunu vurgulayan eleştirel yaklaşımlara karşı Laroui, Hegel’in cermen özgürlüğünden söz ederken kastettiğinin de bundan farklı olmadığının altını çizer. Devamında Laroui’nin tespitleri birebir aktarmaya değecek kadar önemlidir: “Bedevi, topluma ait olmakla birlikte devletten uzak durur, değişmez coğrafi yasalara boyun eğer ve doğal bir özgürlüğe ilişkin bir fikri vardır. Devlet içinde, kabile, aile, lonca vb.’nin kalkanı ardındaki birey, sultanın düzeninden bihaberdir. Dahası birey dindarlığa dayalı özel bir otorite kazanarak devlet otoritesinden arta kalan şeyi de dumura uğratabilir; hatta “herşey ve herkesten koparak” onu bütünüyle inkâr edebilir de.”
Özellikle bakışlarının paralel olduğunu savladığı bedevilikle tasavvufi yaklaşımın özgürlük deneyimini tasvir eden Laroui’nin tasvirlerinin İsmet Özel’in özgürlüğü öz-ü-gürlük olarak okuyan neolojisine sağladığı temel düşünülürse Gökberk’in özgür olunmadığı için felsefe yapılamadığı sonucuna çıkan görüşlerinin epey sorunlu bulunabileceğini kaydetmeliyiz.