5 Soruda deprem ve sonrası: Ömer Yalçınova söyleşisi


Öncelikle geçmiş olsun. Depremde Kahramanmaraş’taydınız. Zor olduğunun farkındayız ama deprem anına ilişkin hislerinizi bizimle paylaşır mısınız? Ne düşündünüz? İlk ana, ilk saate, ilk güne ilişkin tasavvurunuz ne idi? 

Öleceğimden emindim. O an… Kendinden geçmek, ümidini kaybetmek ne demekmiş, o an anladım. Gerçekten söylüyorum. Uyumamıştım o gece. Henüz yatağa uzandım ki sallanmaya başladık. Hemen fırlayıp eşimle çocuklarımın uyuduğu odaya gittim. Oğlumun üzerine abandım. Çocuk neye uğradığını şaşırdı. Henüz uyanmamıştı. Hanım da üç aylık kızımı alıp yanıma geldi. O da bebeğin üzerine abandı. Zelzele hiç durmayacak sandık. Dakikalarca sürdü sandık. Oysa 82 saniyeymiş. Tabi 82 saniye, bir deprem için çok uzun. Sanırım otuzuncu saniyelerde hayattan koptuk hanımla birlikte. Artık kendimiz için yakarmıyorduk Allah’a. Çocuklarımız için yakarıyorduk. Çünkü biz gidiyoruz duygusu, gelip yerleşmişti içimize. Bu, korkudan öte bir duygu. Sonra sarsıntı durur gibi oldu. “Hadi Gülizar” deyip bebeği kucağıma aldım. 7 yaşındaki oğlum yanımda. Hızlıca kaban ve ayakkabılarımızı giyip merdivenlere koştuk. Elektrikler kesilmişti. Her yer karanlıktı. Cep telefonunun ışığını açıp bir yandan bebeği düşürmemeye, diğer yandan hızlı olmaya çalışarak üç katı indim. Eşim arkamdan bebek çantasıyla bebek battaniyesi alıp çıktı. O çıktığında ben arabadaydım. Ve onun apartman kapısının önünden çıkarken, sallandığını gördüm. Çünkü 6,5 şiddetindeki artçı deprem başlamıştı. Deprem adeta bizi takip ediyordu. Buradan kaçış yok der gibi. Ağzını açmış, bizi yutmak ister gibi, arkamızdan koşuyor. Fakat ben henüz uyanmadım o anda. Yani depremin büyüklüğünü idrak edemedim. Sadece benzin almak var kafamda, çünkü arabada her gün olan benzin o gün yok. Benzini alır, birkaç saat arabanın içinde bekler, sonra eve gireriz diye düşünüyordum. Hanım ve çocuklar çok korktu. Belki onları Aksaray’a götürürüm, kayınbabamın evinde birkaç gün kalırlar diye geçiriyorum kafamdan. Ama öyle olmadı. Benzin bulamadım. Elektrik yok. Pompalar çalışmıyor. Jeneratör yok mu? Yok. Jeneratörleri olmadığı ya da olduğu halde çalıştırmadıkları için o benzin istasyonlarını hiçbir zaman affetmeyeceğim. Dışarıda nasıl bir kar, yağmur, fırtına… Arabada benzin yok, eve giremiyoruz. Ne yapacağız? Çakıldım kaldım. Aklıma bir şey gelmiyor. Güneş henüz doğmamış. Her yer karanlık, yollar araba farlarından fırlayan ışıklarla dolu. Uzatmayayım; çaresizlik, çözümsüzlük, sıkışmışlık, hapsolmuşluk içindeydim. Bu duygu anlatılamaz bir şey. Ciddi ciddi kıyametin kopmakta olduğunu düşünmüştüm. Allah’ın varlığını ilk defa dibimde, nefes kadar yakınımda hissetmiştim. Öyle kalpteki bir duygu veya düşüncede bir azamet şeklinde değil, somut bir varlık olarak.

Gözlemlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Kahramanmaraş halkının deprem karşısındaki tutumu, devletin pozisyonu, gönüllülerin yaklaşımı size nasıl göründü?

Depremin ikinci günü Maraş’tan ayrıldım. Aksaray’dan eşimin iki amcası ve abisi bize bir bidon benzin (20 litre) getirdi. İlk günü anlatsam roman olur. Lütfen bunu söyleyerek abarttığımı düşünmeyin. Anlatılamaz bir olaydı. Sabaha kadar uyuyamadık. Sabaha kadar üşüdük, acıktık, korktuk. Bu arada ölüm haberleri de gelmeye başlamıştı. Ben kimseyi arayamıyordum. Gece saat bir, iki civarından söz ediyorum. Kimseyi arayamamamın sebebi, alacağım kötü haberlere dayanamayacağımdı. Abim birkaç arkadaşından kötü haber almıştı ve ağlıyordu. Abimi ilk defa ağlıyorken gördüm. Ona söyleyecek tek söz bulamadım. Babam çaresizlik içinde arabanın arka koltuğunda oturuyordu. Kadınları ve çocukları, mazotu olan abimin arabasına almıştık. Onlar yarım saatte bir arabayı çalıştırıp ısıtıyorlardı. Şehirden çıkamıyoruz. Şehirde de bir şey yapamıyoruz. İkinci günün sabahı, benzini arabaya koyup yolu koyulduğumda, milletimizin devletimizden daha büyük olduğunu gördüm. Emniyet Müdürlüğü binasının önü sabah dokuz gibi Erzurum ve Elazığ’dan gelen otobüslerle dolmuştu. Bir cümle hala kulaklarımda çınlar: “Biz sizin için geldik!” Bu cümleyi söyleyip söyleyip ağladım. Ne demek “Biz sizin için geldik”? O kadar ihtiyacım varmış ki o cümleye, hala söylerken dudaklarım titriyor. Bir gün önce, nasıl bir kimsesizlik, yalnızlık içinde çırpınmışsak, böyle bir cümle iliklerimi titretmişti. Erzurumlu o ağabeye minnettarım. Sarılmıştı bana. Hiç tanımadığım bir insan, ismini halen bilmiyorum. Yaşadığımız felaket böyle bir şeydi. Sabahın o saatinde tabi Emniyet’in önü, kazan gibi kaynıyordu.

Maraş’tan çıktık, Türkoğlu, Beyoğlu, Nurdağı, Hassa, İslâhiye, Kırıkhan… tamamen yerlerdeydi. Ayakta kalan binalar ise, dişleri çürümüş veya sökülmüş betondan canavarlar gibiydi. Enkazların başında kimseler yoktu. İnsanlar henüz, belli ki geçiremedikleri bir önceki günün ızdırabı ve şaşkınlığı içinde, orası burası yıkılmış evlerinin bahçelerine ya da yan taraflarına ateş yakmaya çalışıyorlardı. Birkaç tane de battaniye ve muşamba kullanarak çadır yapmaya çalışan kişiyi gördüm. Bir harabenin içinden geçiyorduk. Sanırım dünyanın bütün dev güçleri, ellerindeki bütün bombaları Maraş’a ve ismini andığım yerlere boşaltsalardı, böyle bir yıkımı yine de gerçekleştiremezlerdi. Üzgünüm, biliyorum onlar da depremzede ve diğer şehirlerden buraya ve Maraş’a ulaşmak çok zordu o gün, çünkü yollar tıkanmıştı, yine de söylemeliyim: Asker ve polisler sadece yol ayrımlarında dikkat çekiyorlardı. Kızılay ve AFAD ise hiçbir yerde yoktu. İlk iki günden söz ediyorum. Bir de unutamadığım o ses, ambulans sireninin sesi. Bu ses, Maraş’tan Adana’ya kadar peşimizi bırakmadı. O sesin içinde yolculuk yaptık.

 

 

Depremden sonra Kahramanmaraş’tan ailenizle çıkışınız hem madden hem manen zor bir yolculuktu. Bu yolculuğu anlatabilir misiniz?

İkinci gün çıktık. Sanırım ilk gün bütün bakkal, market, lokanta, benzin istasyonlarındaki yani su bulacağınız her yerdeki sular tükenmişti. Adana’ya kadar su bulamadık. Durup sormadığımız yer de kalmadı. Maraş merkezden Kömürler Kavşağı’na kadar sorunsuz geldik. Kömürler Kavşağı’ndan Osmaniye-Bahçe yol ayrımına üç saatte zor ulaştık. Çünkü bu kavşak Antep, Urfa, Adıyaman, Maraş ve Hatay yollarının kesiştiği noktadır. Saydığım şehirlerin hepsinde deprem olmuştu. Arabasına atlayan yola düşmüştü. Fakat bu yol bu kadar arabayı taşıyamıyordu. Taşıyamadığı için zaten Adana Otobanı yapılmıştı yıllar önce. Ama Gavur Dağı (Nur Dağı’nın eski ismi) yine gavurluk yapmıştı. Otoyol, Gavur Dağı’ndan geçiyor. 19 yerinde göçük varmış otoyolun. Gavur Dağı bembeyaz karla kaplıydı. Eski yol deriz biz; Osmaniye-Bahçe yolu ise bu kadar araca dar geliyor. Neyse, arabayı çalıştırıyorsun, bir adım ilerleyip istop ediyorsun. Üç saat bu şekilde geçti. Bir ara bir adamın elinde kutu, su dağıttığını gördüm. İşte milletimizin devletimizden büyük olduğu anlardan biri de buydu. Adam bir yandan da kızıyordu. “Niye su istemiyorsunuz, otobüslerde olur, bilmiyor musunuz?” diyordu. Utana sıkıla beş tane su aldım ondan. Sonra dönüp Gavur Dağı’na baktım. Arabayla doluydu. Karla doluydu. Rüzgâr esiyordu. Ürktüm. Bir dağ insanı nasıl ürkütür? Bu şekilde. Kendi kendime, ben bu yola girmem dedim. Arabada annem, amcam, kayınbiraderim, eşim, oğlum ve bebeğim vardı. Arabam Fiat Punto. Küçük bir araba. Ben, hiç uyumamış, hiçbir şey yememişim o dakikaya kadar. Susuzluğumun bile farkında değilim. Sadece üşüyorum. Başımın arkasında yumruk gibi bir ağrı. Gözlerim yanıyor. Arabadakiler itiraz etti, benim Kırıkhan yolunu kullanma kararıma. Benzin az çünkü. Ama benzin bu dağı aşmaya da yetmez. Bunu söylediğimde hak verdiler. Allah’tan Belen’de benzin bulduk ve rahatladık. İki saat bekledik istasyonda. Oraya gelinceye kadar bütün benzin istasyonlarına girip çıkmıştık. Benzin yoktu, bazılarında sadece mazot vardı. Sadece mazot olan istasyonlar bile tıka basa arabayla doluydu. Kıyamet yakıştırması tekrar gelip çatıyor burada. İskenderun’u geçip Adana’ya yaklaştığımızda, aynı manzara dinlenme tesislerinde de vardı. Bir dinlenme tesisinde durduk. Yemek yiyeceğiz. Garsonun halimize acıdığını fark etmiştim. Pijamanın üzerine kaban, ayakta çorap yok, çamurlu botlar, gözler kan çanağı, konuşuyorum ama ne dediğimi kendim de anlamıyorum. Orada garsonun yardımıyla olmayan yemeği bulup yedik ve biraz olsun kendimize geldik. Garson, kendileri için ayırdığı yemeklerden getirmişti bize. Sonrasında Aksaray’a kadar sıkıntı yaşamadık. Fakat direksiyonu kayınbiraderime bırakıp ben arka koltuğa geçtiğimde telefondaki mesajları, aramaları ve ölüm haberlerini gördüm. İlk defa annemin, eşimin ve çocuklarımın yanında ağladım. Kendimi tutamıyordum. Ferhat Ağca, Fazlı Bayram, Ahmet Doğan İlbey, Recep Şükrü Güngör ve Yaşar Alparslan’ın enkaz altında kaldıklarını öğrenmiştim. 

Deprem karşısında medya ve sosyal medyada oluşan dil hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ne sosyal medya ne de medya beni şaşırtabiliyor artık. Hep çirkef hep ikiyüzlüler çünkü. Yine şaşırmadım. Siyasetçilere de şaşırmadım. Yemek yediğimiz dinlenme tesisinde, meşhur bir siyasetçiyi görmüştüm, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olacağını açıkladı. İsmini söylemeyeceğim. O kadar soğuk ve halktan ayrıydı ki. Belli ki Hatay veya İskenderun’da yakını vardı, onu almaya gelmişti. Fakat şu gerçeği de fark etmedim değil. Maraş Depremi o kadar büyük bir faciaya ve felakete dönüştü ki, orada öyle büyük bir ızdırap yaşanıyordu ki, medya ve sosyal medyada ne yazılırsa yazılsın ne söylenirse söylensin havada kalmaya mahkumdu. Bu felaketin karşısında bütün sözler, anlamından olacaktı, oldu. Sözün tükendiği yerdeyiz denir ya, bu söz bile bir şey ifade etmiyor bu acı karşısında. Dolayısıyla medya ve sosyal medya istese de samimi olamazlardı. O dili yakalamaları mümkün değildi. İsteseler de bu acının yanından bile geçemezlerdi. Hem nalına hem mıhına mı vurdum? Biraz öyle oldu. 

Kahramanmaraş yazarlarıyla tanınan bir şehir. Depremde birçok yazar da şehit oldu. Dostların kaybıyla ilgili hissettiklerinizi öğrenebilir miyiz? 

Dostlar aslında gerçek akrabalarımızdır. Bence, yani öyle. Dostlarımı kaybettim depremde. Kim kaldı Maraş’ta dostum diyebileceğim? Birkaç isim daha belki. Ferhat Ağca kardeşimdi. Benim küçük kardeşim yok. Ferhat’ı vardı. Onu küçük kardeşim gibi severdim. Cuma günü iş yerime gelmişti. Ona “gitme” demiştim, “çay demleriz, kahve yaparız.” Çünkü doyamamıştım henüz kardeşime. Ama gitti. “Başka zaman da gelirim,” demişti. Artık gelemeyecek. Recep Şükrü Güngör edebiyat dünyasına küsmüştü. Ona yazı yazdırmaya çalışıyordum. Israrıma dayanamayıp yazdığı son yazısını Evelâhir’de yayımladık. Yaşar Alparslan baba sıcaklığını duyduğum tek insandı. Bilge biriydi; daralan kalbimi gülüşüyle, sohbetiyle açardı. Fazlı Bayram, çok şiir yazdı. Yazdıklarından çok da hal, hareket, söz ve tepkileriyle şiirdi o. Oğuz Paköz uzaktan izlediğim, yazılarından çok şey öğrendiğim, artık benzerine rastlamanın mümkün olmadığı bir edebiyatçıydı. Ahmet Doğan İlbey aynı şekilde ne zaman görüşsek, tekrar ne zaman görüşürüz diye merak ettiğim, sohbetini özlediğim bir yazardı. Duygumu soruyorsunuz, söyleyeyim: İyiler gitti, kötüler kaldı. Kendimi de içine dahil ederek söylüyorum bunu. Kötü insan dediğimiz kişiler hayatta. Kalbi temiz, iyi insanlar ise gittiler. Sanki Rabbim, iyileri yanına çağırdı, kötüleriyse burada bıraktı. 

Etiketler
Servet Sena Çelik Ömer Yalçınova deprem 6 şubat depremi Kahramanmaraş