Mahir Ünsal Eriş: "Her zaman yazmaya, yazanlara ve yazılanlara meraklıydım"
Mahir Ünsal Bey merhabalar sorularımı yanıtlamayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Öncelikle Arkeoloji ve Grafik Tasarımı bölümü lisans mezunu olduğunuzu pek kimse bilmiyor. Edebiyata olan ilginiz ve arzunuz nasıl gelişti?
Ben pek kitap okunan bir ortamda büyümedim. Ama çocukluğumdan beri okumak hep ilgimi çekti. Çizgiromanlar okumaya, tatil kitaplarını bitirmeye bayılırdım. İlkini hala yapıyorum. Sanırım ortaokuldaydım, zayıf getirmiştim (müzik dersinden, neden bilmiyorum), kurtarma sınavları olurdu o zaman yaz sonunda. Ben cezalı olduğum için pek dışarı bırakılmıyordum, ders çalışayım diye. O yaz kitap okumanın ne olduğunu keşfettim ve ondan sonra hep, düzenli ve sadık bir edebiyat okuru oldum. Bir gün yazacağımı bilerek geçti tüm çocukluğum ve gençliğim. Ama neredeyse hiç yazmadım diyebilirim.
İlk ne zaman ve ne hakkında yazdığınızı hatırlıyor musunuz?
Evet, ilkokul üçüncü sınıftayken defterimden yırttığım sayfalardan hazırladığım, içine resimlerini de çizdiğim, “Mars Çocukları” adlı bir “kitap” yazmıştım. Sonra onu bir seri olarak birkaç tane daha yaptım. Çocukken okuduğum çizgiromanların tesiri herhalde.
Küçük yaşlarda da yazma yeteneğinizin farkında mıydınız?
Merakımın farkındaydım. Her zaman yazmaya, yazanlara, yazılanlara meraklı oldum. Bandırma’da Kuş Cenneti Festivalleri olur her sene. Ben çocukken de olurdu. Çok prestijli yazarlar gelirdi konuk olarak. Onları içim giderek, hayran hayran izlerdim. Anne-babam da sağ olsunlar her gelenin tüm kitaplarını alır, imzalatırlardı. Hala durur o kitapların bazıları.
Yazarlık, editörlük, çevirmenlik yapıyorsunuz. Çevirmenlik kariyerinizde de büyük başarılara imza attınız. Tüm bunların yanı sıra 10 civarında dil bildiğiniz söyleniyor, bu doğru mu?
Şehir efsanesi, diyelim.
Yeni bir dil öğrenmek isteyen gençlere özel tavsiyeniz var mı?
Biz Türkler dil öğrenmeye pek merak ve hevesli insanlar değiliz. Ben dil öğrenmenin yetenek değil merak ve heves işi olduğuna inanıyorum. Yeterince meraklı olan herkes, bunu tükenmez bir hevesle birleştirmeyi başarırsa her türden dili öğrenebilir. Bir de tabii, şartlar zorlaştı ama, o dilin konuşulduğu yerde bulunmak çok önemli. Bunu deyince herkes İngilizce öğrenmek için Amerika’ya gitmeyi kastettiğimi düşünüyor. Ama o dile mecbur kalacağınız her yerde dil öğrenilir. İstanbul’da bir Çin restoranında aşçı yamaklığı yaparken ustasından Çince öğrenip belgelerini tamam ederek tercümanlık, rehberlik yapan insanlar tanıdım.
Birçok çocuk kitabı çeviriniz var. Çocuk edebiyatı üzerine çalışmak size neler kazandırdı?
Çocukları hafife aldığımız bilgisini kazandırdı sanırım.
Beş öykü iki novella kitabınız yayımlandı. 2013’te okuyucularıyla buluşan Olduğu Kadar Güzeldik, 2014’te Sait Faik Hikaye Armağanı’na layık görüldü. Ödüllü bir yazar olmak nasıl bir duygu? Kaleminizi daha da güçlendirdi diyebilir miyiz?
Bunu benim tayin etmem zor. Ama onur verici bir duygu olduğunu inkar edemem, hayatımda bir gün için olsun, bir yerlerde adımın Sait Faik’in adıyla yan yana geçtiğini görmenin.
Siz yazılarınızı yazarken gerçekten bir yerlerde Bangır Bangır Ferdi Çalıyor mu?
Ben pek müzik dinleyemiyorum yazarken, çalışırken. Çünkü o zaman müziği dinliyorum. Aslında kalabalıkta, gürültüde, curcunada yazmakla ilgili sorunum yoktur. Ama müzik illa ki dikkatimi çeliyor ve beni yazmaktan koparıyor. Dinleyemiyorum bu nedenden.
Dünya Bu Kadar romanınızdan sonra, Öbürküler ve Diğerleri adında iki novellanız yayımlandı. Akabinde de Gaip ve Acayip adlı birbirini takip eden romanlarınız. Hepsi birbirinden çok ilgi gördü. Fakat bir aile hikayesini anlatan, kötülüğü merkezine koyan Gaip tefrika olarak yazılmış bir roman. Yayımlanmadan önce bir platformda sesli kitap olarak sunulmuş. Uzun yıllar sonra bir tefrika roman üzerine çalışmak nasıl bir süreci beraberinde getirdi?
Eski yazı öğrenirken, üniversite yıllarımda, o kadar çok tefrikadan derlenip neşredilmiş roman okudum ki bu içimde karşı konulmaz bir arzuya dönüştü. Fakat matbuat hayatımız bir tefrikanın neşrine izin verecek koşullara sahip değil artık. Günlük yayınlarda zaten imkansız, haftalık ve aylık olanlarda ise dergi çıkarmak çok maliyetli olduğu için her bir zerre alanın hesabı çok dikkatle yapılıyor. Elli iki hafta sürecek bir terfrikaya düzenli alan ayırmak kimsenin güle oynaya isteyeceği bir şey değil. Öte yandan bizde elli iki hafta üst üste çıkan, on iki aylık devrini tamamlayan dergi de neredeyse bir başarı rüyasıdır. Tefrika hayalimi kalbime gömmek üzereyken bunun bir sesli kitap platformuna mümkün kılınabileceğini keşfettik ve kalkıştı. Çok zorlu, heyecanlı, geriye dönüp baktığımdaysa keyifli bir tecrübeydi. Yine de bir daha denemem sanırım.
Kendinizi “öykü”ye mi yoksa “roman”a mı daha yakın görüyorsunuz?
Ben, anlatmaya yakın görüyorum kendimi.
2019’a ait bir röportajınızda “Her şeyin daha da kötü olacağına inanıyorum.” Demişsiniz. 2023’e kadar her şey, sizin için daha da kötü oldu mu?
Dünya için de pek iyi oldu sayılmaz.
Sizi popüler dergilerde de görebiliyoruz. Bu dergileri nasıl seçiyorsunuz? Dergicilik dünyası hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Ben bir tek dergiye yazıyorum. Bunun da sebebinin maişet olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan verilmiş bir sözüm de var onlara. Bir gün orada yazmayı bırakırsam bir daha bir dergide yazacağımı da sanmam. Dergicilik çok meşakkatli, çok yıpratıcı ve muhtemelen de emeklere asla değmeyen bir iş. Hele ki yazılı ve görsel iletişim araçlarının bu kadar çabucak üretilip tüketilebildiği bir çağda nostaljik, hatta arkaik bir gayret. Ama okurlar için büyük keyif elbette. Eski dergiler olmasaydı yetim kalırdı okurluğumuz. O yüzden hala, ısrar ve inatla bu işe sarılan herkesi el üstünde tutmalıyız belki de.
Gazete ve dergilerde futbol üzerine çalışmalarınız da yayımlanıyor. Gençlerbirliği hakkında buradan da bir şeyler söylemek ister misiniz?
Çok kısa bir süre yazmıştım, artık yazmıyorum. Ama futbola ilgim sürüyor. Gençlerbirliği benim hayatıma çok zor bir dönemde girmişti ve tribünüyle, sevgisiyle beni hayata döndürmüştü diyebilirim. Gençlerbirliği bana sevginin karşılık, mükafat beklemeye mahkum olmadığını, bir şeyin sadece, basitçe, sözlük anlamıyla “sevilebileceğini,” hiçbir mazerete, izahata muhtaç bulunmadığımızı öğreten bir okuldur. Tribünün şimdi rahmetli olmuş abilerinden biri demişti, “Kazananı herkes sever, kaybedeni de sevecek insan lazım,” diye. Kaybetse de sevginin bundan bağımsız olduğunu, küfrün, cinsiyetçiliğin, taşkınlığın olmadığı bir taraftarlığın da mümkün olabileceğini ben Gençlerbirliği ile gördüm, öğrendim. Ona sevgim, minnetim, ifade edebildiğim cinsten değil.
Son olarak; Mahir Ünsal Eriş’i dört kelime ile özetleyebilir misiniz?
Endişe, merak, Ethem, üzüntü.