M. Fazıl Baş: "Ben siyaset ile yola çıktım, şiir ile önümü açtım"


İlk ne zaman ve ne hakkında yazdığınızı hatırlıyor musunuz?

Lisede bir fanzin çıkarmıştık, ilk yazı denemeleri o zamana ait. Daha çok politik bir gencin karakterini inşa etmeye dönük deneme tarzı metinler denebilir. İlk defa şiir yazma denemesi yaptığımda yazdığım metnin başlığı da “Genç, kahraman” şeklindeydi mesela. Daha sonra 1999 Aralık’ta Atlılar dergisi ile karşılaşınca yazıya bakışım biraz daha olgunluk kazandı ve daha eleştirel, değerlendirici metinler de yazılabileceğini fark ettim ama bu sadece bir fark ediş olarak kaldı diyebilirim. 2002’den itibaren Hakan abi (Arslanbenzer) ile daha fazla teşriki mesaide bulununca asıl yazı sürecine girdim diyebilirim. O dönemde yayımlanmamış ilk yazı girişimim anti-konformizm üzerine bir yazıydı, biraz mevcut siyasi durumdan hareket ediyordu. Asıl, hani resmi diyebileceğim, ilk yazı ise Atlılar dergisinin ikinci döneminde yayımlanan İsmet Özel’in Ils Sont Eux şiiri üzerine metindir. Kapıyı buradan açtım yani.

Eleştirinin güncel durumunu nasıl görüyorsunuz?

Eleştirinin güncel durumu pek güncel değil de denebilir, yani uzun süredir var olan sıkıntılar daha da derinleşerek devam ediyor, diğer taraftan eleştirinin günceli de yok denebilir, yani bugünü besleyen bir eleştirinin varlığı da şüpheli. Tabii çok etraflıca konuşulmayı hak eden bir soru. Diğer taraftan meseleyi şiir, edebiyat ya da düşünce açısından ayrı ayrı ele almak mümkün. Eleştiri tam olarak bugün “olmazsa olmazımız”. Esasında hayat damarımız. Bir metnin yazım süreci esasında muhatabının ona verdiği cevap ile bitiyor, ya da ilk aşamasını kat ediyor. Eleştiri dediğimiz şey bu muhatabın verdiği cevapta gizli. Tabii burada çok hoş, güzel yazmışsın gibi bir cevabı değil, yeni bir düşünce ya da yaklaşım üreten cevabı kastediyorum. Bu anlamda eleştirinin bizzat kendisi düşüncedir, yeni bir üretimdir. Diğer taraftan özellikle uzun süredir eleştiride bir teori ve sistem, dahası eleştirmen eksikliği var. Özellikle benim şiir ve edebiyata gözümü açtığım dönemde bu ihtiyacı şairler gideriyordu ve ciddi katkıları da vardır. Bu noktada Atlılar ve Fayrap’ın kendisi bir döneme tanıklık içeriyor zaten. Yani sadece kendisine değil diğer dergilere de tanıklık için buralara bakılabilir. Zaten şairlerin bu katkısı 1990 ve 2000’lere mahsus da değildir. Ama şair ve edebiyatçıların dışında bir teori ya da sistem getiren, yapı kuran eleştirmen ayrı bir şey. Hüseyin Cöntürk gibi yani. Bugün böyle bir yaklaşımın olmaması bir yana, bir teori ya da sisteme ihtiyacımız var mı, bunu bile tartışmıyoruz. Belki bizim ihtiyacımız farklıdır, bunu da tartışmıyoruz. Neyse uzatmayayım. Düşüncede de kaybımız çok ne yazık ki. Bilgiyi yığmada mesafe kat ettik ama bence onunla tam olarak ne yapacağımıza dair bir fikrimiz de yok. Bir istikamet eksikliği var şiirde, edebiyatta ve düşüncede. Bu eksikliği güncel siyaset dolduruyor. Bana kalırsa bugün siyaset düşüncenin önünden yürüyor. Bu saf olarak iyi ya da kötü bir şey değil yani hayır düşünce siyasetin önünden yürümeli şeklinde cevaplanamaz. Ama üzerine düşünülmesi gereken bir şey.

Şiir, siyaseti ne derece kuşatıyor?  Ve Müslümanlar bunun neresinde duruyor?

Kendi tecrübem üzerinden konuşmak gerekirse, ben siyaset ile yola çıktım, şiir ile önümü açtım. O yüzden benim için şiir siyaseti tamamen kuşatıyor, en azından bugün bu güvenle konuşabiliyorum. Türkiye’deki şiir ortamında ise şiir ile siyasetin arası yok değil şaşmış. Örneğin şiirde aşırı Batılaşmacılıkla siyasette Türklüğü bağdaştırmaya çalışan dergiler bile oldu. Farklı örnekler üzerinden farklı görüntüler elde edilebilir. Mevcut potansiyeller ya da yol işaretleri ise neon lambalarıyla bezeli olmadığından pek rağbet görmüyor denebilir. Esasında neon lambalarıyla bezeli olmaması değil mesele, bir karşılık oluşturamıyor demek ki. Yapılacak çok şey olduğu için bir acelesi yok. Geriye baktığımda şiirde siyasi bir karakter inşa etmenin benim için önemini görüyorum. Ama söz konusu olan siyaset olduğuna göre bir sorumluluk alanından söz etmemiz gerekiyor. Ben Müslümanların arasında olduğumu fark edince bu sorumluluğu anladım, bu sorumluluğu anlayınca da siyasete ve şiire yöneldim. O yüzden benim için bunların birbirlerinin tamamlayıcıları olduğunu söyleyebilirim.

 “Yüzünden okumak” ne demek?

Şiiri yazarken insan ibareyi düzleştirerek ya da rasyonelleştirerek yazmıyor, biraz kendini bırakıyorsun, gelişine izin veriyorsun. Bu şiirin kontrolümüzün dışında olduğu, dışardan uçup kaçarak geldiği anlamında değil, ama zihni serbestleştirme anlamında. O yüzden, şiirin yazılmasının üzerinden 10 sene geçmiş ama “yüzünden okumak” ne demek diye bugüne kadar hiç düşünmemiştim, bende canlı bir görüntüsü olsa da. Ama esasında bakınca, yüzünden okumak kaynağa dönmek demek. “Yüzünden okumalı ezberinin yanıldığı yerde” demişim, demek ki zaten oradan da çıkıyor, ama ifadenin içinde babanın, ailenin, dostlarının yüzleri de var. Daha derinde kaynaktan çıkmakla ona bağlı kalmak arasındaki arzu ve gerilim var. Bağı korumak ama ilerlemek. Biraz akarsu gibi demek ki.

Gettolara inanır mısınız? İşe yarar bulur musunuz?

Getto bir kişinin ya da grubun maruz kaldığı bir şey, kimse, hatta züppece bunun aksini iddia etse de, gettolaşmak istemez, bunu tercih etmez. Bir maruz kalma durumu olduğu için ve düzenin dışına itildiği için bir enerji barındırabilir ama bu enerjinin kullanışlılığı herkese hizmet edebilir. Nihayetinde işe yararlılığı şüphelidir. Gettolardan bu anlamda kurucu bir şeyler ummak zor.

İki Yüz Küsur Arkadaşınızdan Biri adlı şiirinizde “Hakikat hepimizi tek tek yakalasa da, Ona bir başına yönelmek istemezsin” demişsiniz. Bu bağlamda hakikat sizi şiir serüveninizin neresinde yakaladı? Tek başınıza bu hakikate yönelmeyi tercih etmediniz diyebilir miyiz?

Zor bir soru, cümleyi hakikat üzerine kurunca zor özellikle. Şiirin ve şiirin sunduğu hayatın beni getirdiği, yüzleştirdiği sezgisel olduğu için ifade etmesi zor olan ya da rasyonel olarak ifade edilebilecek şeyler var. Şiir yazdıkça, tek bir şiirden değil ama bir kitap boyutuna uzandıkça nerede durduğunuzu ya da neyi inşa etmek istediğinizi daha rahat görüyorsunuz. Bir anlamda kendinizi kendinize şahit tutuyorsunuz. Ben şiir yazarken bunun izlerini yakalamaya çalıştım, onu takip etmeye çalıştım, terk etmem ya da dönüştürmem gerekiyorsa nerede bunun yapmam gerektiğini anlamaya çalışıyorum. Öte taraftan şiir bana en geriye çekilsem dahi kendimi sağlam hissedebileceğim bir kale sunuyor gibi hissediyorum. Alın şiirimde ne varsa beni onunla yargılayabilirsiniz tarzı, bir güven. Ben şiire yaklaşırken de, şiirin bana döndürdüklerini ele alırken de hep birlikteliği önemsediğimi düşünüyorum. Tek olsam da bir şey fark etmezdi, bazı şeyler eksik bazıları fazla olurdu, o başka. Ama birbirinden sorumlu olmaya inandığım için ve kendimi orada tam gördüğüm için başkalarından almak da onlara bir şey sunmak da benim için hep önemli oldu. Ben başkalarından çok şey aldım, paylaşılabilecek şeyler sunduğumu da düşünüyorum.

Devlet ve şiir ilişkisi sizce ne durumda?

Birbirlerini umursadıklarını sanmıyorum, yani bir umursamazlık ilişkisi var. Şiirin devlete dair, devletin şiire dair bir klişesi var ve bunlar gündelik hayatı yürütmede kullanışlılar, o yüzden rahatça birbirlerini umursamıyorlar. Esasında şiir ve devlet dendiğinde akla gelen ilk metinlerden biri Cemal Süreya’nın “Şiir anayasaya aykırıdır,” yazısıdır sanırım. Şiirin anti-konformizmine işaret eden bir yazı. Esasında yerleşik düzenle uyuşmazlık yaşayanlar için bu anti-konformizmin işaret ettiği bir şey var, fakat sadece bu mevcut durumun içinde kaldığınız sürece. Bir adım sonrasına baktığınızda ise bu anti-konformizm kendi klişesini yaratıyor, romantik bir şair pozuna yani işe yaramaz hatta kurtulunması gereken bir şeye dönüşüyor. Bir adım sonrasına bakmak, yani müesses nizamın ötesine uzanmak her zaman mümkün değil, ama bir gereklilik. Şiirin buna dair söyleyebileceği çok şey var. Bence devlet ve şiiri yeniden buluşturmak gerekiyor ama bunun nasılı üzerine de çok düşünmek lazım.

Ketebe Yayınları’ndan Max Weber’in Protestan Ahlakı adlı bir kitabınız yayımlandı. Özel olarak neden Max Weber çalışmak istediniz? Bu süreç nasıl ilerledi?

Doktora çalışmalarımdan itibaren Max Weber sürekli karşıma çıkan, kendini hatırlatan bir isim. Esasında bu bir sosyoloji öğrencisi için zaten şaşırtıcı bir şey değil; ama Alman sosyal bilimleri, Alman sosyolojisi ile daha yakından ilgilenen biri için ise kendisi üzerinden Alman toplumunu yakından tanımanızı sağlayacak kadar önemli birisi. Gerçekten de Weber’in hayatını, yazılarını, siyasetini, ilişki ağını merkeze alarak 1890-1920 arası (öne arkaya doğru uzatabilirsiniz) Almanyasını incelemek, anlamak mümkün. Weber böyle bir öneme sahip olduğu için gündemden hiç düşmüyor. Fakat işin yazıya dökülmesi başka bir şey tabii. İsmail Coşkun hocamız ile bir görüşmemiz de Weber’in Protestan Ahlakı metni üzerine Ketebe’nin Keşif serisini esas alan bir kitap hazırlansa nasıl olur deyince ben de harekete geçtim. Açıkçası benim için faydalı bir süreç olduğu, Weber’in eserini bu metin çerçevesinde ele almak. İnşallah okurlar da faydalanır.

Etiketler
şiir Max Weber siyaset M.Fazıl Baş Sosyoloji Ketebe Kapitalizm Protestan Ahlakı Avangard Kitap Fayrap Edebiyat