Yaylagül Ceran Karataş Söyleşisi: "Küreselleşen bir karanlık olarak kötülük"


Merhabalar  Yaylagül Ceran Hocam, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Küreselleşen Karanlık kitabınızın serüveninden bahsedebilir misiniz? Bir insan neden kötülük çalışır?

Nazik teklifiniz için ben teşekkür ederim… Kötülük, felsefi gündemime doktora tez çalışmamla, A. N. Whitehead’in insan, tanrı ve metafizik konuları hakkında çalışırken girmiştir. Sonrasında ise sevgili dostum Betül Özel Çiçek’in destekleriyle başlattığımız Kötülük Atölyesiyle (ki 3 yıl düzenli olarak katılıp, çalışma hazırlayan ve kötülük üzerine birlikte sempozyum düzenlediğimiz B. Tansel, İ. Kılıçarslan, M. Gezen, T. Deniz, Z. Gökgöz arkadaşlarımızla) devam etmiştir. Sonrasında kötülükle ilgili çalışmalar çeşitli vesilelerle, yazılarla şekillenmiştir. Küreselleşen Karanlık adlı kitap uzun soluklu bu çalışmaların sonucunda farklı dönemlerde yazdığım makale ve yazılardan oluşmaktadır.

Kötülük sorunu aslında insanın insan oluşuyla, varlığını nerede ve nasıl konumlandırılacağıyla ilgili sorularında karşımıza çıkar. Yaşamdaki boşluk ve hüzne anlam verme çabasının boyutlarını sorgulatır, bazen affa bazen alaya ve bazen de kahra konu olur bu süreç… kötülük sorunu üzerine düşünmeyi insanın kendini konumlandırışının bir cüzü olarak gördüğüm için önemsiyorum. 

Kitapta kötülüğe dair mitolojide, sanatta, felsefede ve siyasette örnekler vermişsiniz. Kötülük insan oluşun her alanına sirayet etmiştir diyebilir miyiz?

Kötülük her yerde ve her durumda var olabilen bir olgudur. Kötülük sorun olarak ise insanın dünyaya karşı tavır alışıyla ilişkilidir. İnsanın çevresiyle, eşyayla, başka insanlarla ilişkisinde kötülük farklı veçhelerle yansımaktadır elbette.

Kötülük farklı tanım ve içeriklere sahiptir, o nedenle de insan oluşun her alanında bir şekilde kendini göstermektedir.

Peki bu söylediklerinizden hareketle kötülük iyiliğin iptali midir, yoksa iyilikten bağımsız düşünülebilir mi?

Kötülükle iyilik arasındaki ilişki farklı zamanlarda ve farklı değer sistemlerinde farklı bağlamlarda yorumlanmıştır. Fakat farklara rağmen iyilik ve kötülük ilişkinin zemininde kötülüğün ontolojisine dair merak yatmaktadır, kendinde kötülük var mıdır? Ya da Tanrı kötülüğü yaratmış mıdır? Mısır – Mezopotamya geleneklerinde ve Uzak Doğu inançlarında iyilik ve kötülük birbirinden bağımsız ve hatta birbiriyle savaşan iki Tanrıdır; İslam düşüncesinde çok farklı yaklaşımlar – yorumlar getirilmiştir mesela İbn Sina için kötülük mahiyeti itibariyle iyiliğin olmadığı durumlarda ortaya çıkar. Kötülük bizatihi yoktur, iyilik vardır. Başka bir ifadeyle, iyiliğin olmadığı durumlar olarak kötülük ancak nispi olarak vardır. Ya da başka bir yoruma göre kötülük nefsin heva ve hevesine uymaktır. Hıristiyanlık içinde bir yoruma göre de kötülük şeytanın aldatması ve günahtır. Özellikle Augustinus İtiraflar’ında kötülüğü her yaşta, her eylemde ve her niyette farklı farklı olduğunu ama nihayetinde Tanrı kelamından çıkmakla eş olduğunu belirtir. O nedenle kötülük ve iyilik konuşulurken bağlamı, konumu, eylemi, oluşu, duruşu ve niyeti birlikte düşünülmelidir; öylece soyutlanarak üzerinde konuşulabilecek bir kavram çifti değildir. Kötülük, çirkinlik ve yanlış etik-estetik ve mantık bağlamında felsefenin ve teolojinin farklı yaklaşımlarıyla da ilişkilidir. 

Özgürlük, sorumluluk bağlamında kötülüğe insanın eli hangi boyutta değmiştir?

Kötülük sorununda sorumluluk ve özgürlük ahlaki, estetik, teolojik ve politik bağlamda insanın eylemlerine, niyetine ve yönelişine dahil olur.

Fakat bir taraftan irade, ihtiyar ve eylem üzerinden baktığımızda insan yeryüzünde öylece serbest midir? Sorumluluk yasada nasıl tanımlanmıştır? Dolayısıyla insanın bu noktada kötülükle ilişkisi özellikle doğası gereği midir? Yani insan “homo homini lupus” olduğu için mi özgürlük ve sorumluluk otorite ve bencillik bağlamında doğasına gömülüdür? Toplumsal örgütlenme biçimleriyle mi ilişkilidir? Efendi ve köle çatışması, sınıf çatışması, kast sistemi vs. bağlamında özgürlüğün ve sorumluluğun toplumsal zemini bağlamında mı kötülük? Geçmişte çokça tartışılmış ve hala tartışılmaya devam eden konulardan biridir, nihai bir cevap değil ama modeller oluşturulabilir. Özgürlük varoluşsal bir haldir ve insan büyük bir oranda toplumsaldır. Başka bir ifadeyle, doğar doğmaz insan olarak var değiliz. O nedenle, kötülük insanın niyet ve eylemlerinde bizzat insan oluşunun süreçlerine, aşamalarına bağlıdır. Bu konuda özellikle kitabın siyaset, ahlak ve hukuk bağlamında kötülük kısmına bakılabilir.

Mükemmel tasavvuru olmasaydı tanrı fikrini anlamlandırmamız imkânsız olacaktı, kötülüğü anlayabiliyorsak doğamız gereği mi kötülük üretiyoruz?

Öncelikle soru kalıbınız üzerinde konuşarak devam edelim. Mükemmellik tasavvuru olduğu için mi Tanrı tasavvuru gelişti yoksa Tanrı tasavvuru bize mükemmellikle birlikte mi sunuldu… Mükemmeliliği çoğunlukla kusursuzluk, eksiksizlik ve tamlık olarak düşünüyoruz, değil mi? hatta muktedir olmakla doğrudan ilişkilendiriyoruz düz bir mantıkla. Yani insan aklımız ve imkanımızla Tanrıyı, Kadir-i Mutlak’ı kötülükle ilişkilendirmeyerek kutsuyor, tamlıyoruz. Bu sorunun bir diğer alt sorusu Tanrı kötülüğü yaratmış mıdır? Hani çok iyi, her şeye gücü yeten, mükemmel bir tanrı nasıl olur da kötülük bir eksikliği yaratır ya da engelleyemez? Tanrıdan mı vazgeçeceğiz yoksa kötülüğü arizilik olarak mı göreceğiz? Bu yakıcı soru insanlık tarihinin en erken sorularından biridir ve hala cebelleşiyoruz, çünkü öyle görünüyor ki Tanrıyı anlamış değiliz, Tanrıyla tanış olmamışız.

Şimdi sorunuzun ikinci kısmına geçersek, insan doğası gereği ne iyidir ne de kötü ama iyiliği ve kötülüğü yapmaya muktedir bir yapıdadır. Bu boyut ise birkaç katmanlıdır. Mesela ilki, ilk günah Adem babayla gelen ilk günah, cennetten “düşüş” türsel midir yani bütün insanlar insan oluşları, Adem’den gelişleri, bu dünyaya mahkum oluşları açısından kötü ve günahkar mıdır? Yoksa o ilk günah Adem’in tekil, bireysel bir günahı mdır? Ya Havva ana… aman ya rabbi iş burada kadının kötü ve şeytan doğası üzerinden çok büyük bir literatür yaratmıştır. Başka bir bakışla, “kötülük cinsellik ve saldırganlık olarak, nefsin heva ve hevesleri olarak, iştahlar olarak doğamıza gömülüdür” yargısında açığa çıkar. Buradan itibaren de teodiseyi, tanrı savunusunu bırakıp antropodiseye, insanın savunusuna geçeriz, ki kitapta felsefe ve kötülük başlığı altında bu konuyu yeni bir bağlamda tartışmaya açtık. Genelde felsefe ve kötülük ilişkisi teodiseler üzerinden okunur ama biz süreç felsefesiyle birlikte teodise ve antropodise açısından farklı bir kötülük okuması denedik. Kısaca ifade etmek gerekirse, insan eksik olduğu için kötüdür deriz, tamamlanması için iştahlarından, bedenin tutkularından yani insanı insan yapan bir oluştan vazgeçilmesini vazederiz. Ya da her canlı insan olamaz diyerek insanı seçkinci bir konumda tanımlarız. Vesair… sorunuzun burada bir başka yönüne de değinip geçebiliriz. Kötülük anlamak kötülüğü üretmeyi gerektirir mi? HAYIR…. Kötülüğü anlamamız, kötülük üzerinde konuşmamız gerekir ama bu kötülüğü üretmek değildir. Bir yönüyle, üretilen, bizzat insan eliyle ortaya çıkan kötülüğün kaynağını, nedenlerini, etkilerini konuşmak kötülüğü anlamaya çalışmaktır. Bir daha karşılaşmamak için, haddi aşmamak için… Bir yönüyle, insandan bağımsız olarak var olan kötülükler üzerine düşünmek, onların neden varolduğunu “bir hikmet içerip içermediğini” ve dahi Tanrıyı tanımak için kötülüğü anlamamız gerekir.

Kötülük bir sonuç mudur, yoksa başlı başına bir konuşma biçimi midir?

Hem evet hem hayır… kötülük bir yönüyle bir olgudur dolayısıyla bir şeylerin (sözün, eylemin, duruşun) sonucudur. Bir yönüyle de, sembolik ifade edersek ağzından sürekli ateş, günah, acı, hüzün, ayrılık, dökülen bir canavar gibidir.  

Kötülüğü öğrenebilir miyiz, yoksa bizde var olan uygun koşulları bulunca mı açığa çıkıyor?

Bütün sorular kötülüğün Roması “Kötülük nedir” e çıkıyor. Kötülük nedir ki doğamızda olmayan ama öğrenebileceğimiz bir şey midir? Ya da doğamızda gömülü ve gün geçtikçe yeni karşılaşmalar oluştukça açığa çıkan bir potansiyel midir? Kitabın ilk bölümünde naif giriş olarak bu konuya değindik, ama dediğim gibi tam bir cevap verilememekte bu soruya, denemeler, modeller kurulmaktadır… 

Klasik tanımlar açısından baktığımızda kötülük bir şeyin doğasını gerçekleştirememesi durumudur. Verilen örnek ise, bıçak doğası gereği keser, onun kesmedi değil kesmemesi kötülüktür. Hemen akla gelen ikinci nokta ama bıçak birini öldürebilir de … iste burada kötülüğün niyetle, eylemle ilişkisi açığa çıkar. Bıçak öldürmez, bıçağı kullananın eylemi ve niyeti öldürür. Kötülüğü insan sebepler dairesinde kavrar. Bizatihi kötülük için kötülük yapmak… bu psikiyatri ve psikolojide genetik ve çevre bağlamında deneylenerek temellendirilmeye çalışılmaktadır fakat birbiriyle neredeyse çelişen yargılarla sonuçlanmaktadır.   Burada ölçek çok kritik önem taşımaktadır. Birey kompleks örüntüler oluşturabilme yetisine sahiptir. O nedenle değişkenler, konumlar, nesneler bir ağ içinde okunmaya çalışıldığında cevaplarımız kendinde kötülük var mıdır sorusuna net- apaçık ve genellenebilir bir cevap verememektedir. Kötülük her şeyi bireysel çıkarlarımız için meşru kılmanın aracı da olmuştur, insan doğasının gömülü bir potansiyeli de olmuştur. Çok dağıldı galiba toparlarsam şöyle söyleyeyim, insanın varoluşu açısından yapabilirliklerini sadece doğasıyla ilişkili olarak okuyamayız; çevresi, değerler sistemi ve hayata dair beklentisi, oluşuna yüklediği anlamı birlikte düşünmeliyiz ki bir çerçeve oluşturabilelim. Buradan bu mikro ölçekten bakınca kötülük öğrenilir mi doğada mı vardır sorusuna tek bir yönle cevap veremeyeceğimizi apaçık görebiliriz.  

Kabil’in Tanrıya öfkesinden mi kötülüğü aşırdık?

Kabil Tanrıya neden öfkelenir?!! KİBİR…. Kabil ve Habil insan doğasının iki veçhesi gibidir… biri kini, hasedi, kibri, aldatmayı, niyetini-eylemini örtmeyi temsil ederken diğeri sadakati, hoşgörüyü, dürüstülüğü ve sabrı temsil eder. İkisi insan oluşa dairdir.

Kabil ne der “benim yaptığımı, sunduğumu Tanrı nasıl kabul etmez…” Kibir, acelecilik, haset, garaz, kin kötülüğün görünür yüzleridir. İnsandaki iştahlardır, tıpkı Yusuf ve kardeşleri gibi, ya da Nuh ve eşi gibi, ya da firavun ve Musa gibi…

Mekânın hafızasında kötülük mevcut mudur? Nesneler kötü olabilir mi?

Mekan insanın onunla bağ kurmasıyla insan açısından etik bir ilişkiye dönüşür ve mekanda olan her şey bir yönüyle zamandadır da. O nedenle mekanın hafızası kendinde şey değildir, onunla bağ kuranlarla ilişkilidir ve bu ilişkinin bir tarafında insan varsa bir şekilde (bilinçli ya da bilinçsiz) kötülükte ortaya çıkmaktadır.

Biraz önce söylediğimiz gibi nesneler kendinde kötü değildir, nesnelerle ilişki kuran insan onu araçsallaştırarak dönüştürmektedir. Bıçak doğası gereği keser ama bu konu kötü yapmaz; ya da “ev” mesken, kendinde kötü değildir, ama şiddetin, öfkenin içinde kötüleşmektedir. Tekrar olacak ama bizatihi kendinde varolan için kötülük araçsaldır.

Narsisizmle yaratıcılığı aynı cümle içinde kullanan kuramsal çıkarımları göz önünde tutarsak, kötücül düşüncelerin sanata-üretime olumlu bir katkısı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu da oldukça tartışmalı bir konu, 20.yy ve sonrası için ahlak, hukuk ve sanat arasındaki ilişki agresif bir dönüşüm yaşamıştır ve hala etkileri devam etmektedir. Güzel, iyi ve hak arasındaki doğrudan ilişki teknoloji, savaşlar, neo liberal ekonomi-politikle kesitlere ayrılmıştır, daha radikal ifade edersek parçalanmıştır. İyi her zaman güzeli ve hak olanı gerektirmemektedir. Ya da tam tersi… sanatta form, sunuluş, malzeme ve ifade biçimleri belirleyici olmaya başladığında çirkin, iğrenç, şiddet vesair sanatsal bir değer, estetik bir duyuş konusu olabilmektedir. Bu konuda çok güzel örnekler ve çalışmalar yapılmaktadır. Kitapta sanat ve kötülük kısmında bunların bir kaçından bahsettim. Oradaki temel önermem çağımızda kötülük ve çirkinlik sanatın kurucu öğeleri arasındadır. Bu çok önemli bir konudur ve uzunca bir süredir görmezden gelinmiştir hala kısmen öyledir. Kötülüğün sanat ve üretime olumlu katkılar sağlayıp sağlamadığı bir yana sanat ve üretime yeni bir boyut kazandırmıştır/ kazandırmaktadır. Üzerinde uzunca düşünülmesi gerekir ki burada ayrıca sanatın misyonuna dair pek çok soru da zihinde canlanır.

Kötülük, estetiğin karşıtı mıdır?

Estetik duyguların bilimiyse kötülüğün karşıtı olamaz, kötülükle ortaklıkları olabilir. Neden duygu dediğimizde hep güzellik, huzur, dinginlik akla gelir de çirkinlik, hoşnutsuzluk, tedirginlik, korku, öfke, kin gelmez. Estetik yapıcı duyguların, güzelin bilimi olduğu için…

Peki güzel nedir? kusursuzluk mu?, yücelik mi? güzelin ölçüsü nedir? simetri mi? …

Kötülüğün estetiği vardır her ne kadar genel kabul görmese de…

Çürüme mesela, huzursuzluk verir insana ama çürümeyi konu olan tablolara bakmaya doyamazsınız neden?  Ya da yücelik duygusu, korku, titreme ve hayranlığın birlikte duyumsandığı anlardır… Fırtınalar, coşkun dalgalar, yanardağdaki lavlar… yok edici, huzursuzluk verici, yerinden edici, tekinsizlik yaratan güvenliği tehdit edendir ama sanatın dilinde izlenilesi, okunulası hallere bürünüyorlar… Alışkanlıklar, genel kabuller,  kalıplar kötülüğün estetiğini gündelik yaşamın içine almak yerine ötekileştirerek müzelere, hayatın akışının dışına taşıyarak görünmez kılmıştır, bu bir habis duygu örer insanın içine doğru, insanı sessizce karanlıklaştırır. Fakat sanatın yeni yorumları, malzemesi ve tutkusu insanı duygusal ve duyumsal bir yüzleşmeye davet etmektedir. Ölüm, çürüme, nefret, kin, korku, iğrenç, haset, kibir vb. duygular bütünü içindedir, o duyguları yok saymakla yok olmuyorlar…. Onlarla yüzleşmek hem de dinamik şekilde yüzleşmek, tanımak, tanışmak ve böylece insan bütünlüğünü kavramak için kötülüğün estetik olarak yorumlanması, kötülüğin estetize edilmiş olarak her an bizi kendine davet etmesi üzerinde düşünülmeli…

Son olarak şunu söyleyebilirim, Küreselleşen Karanlık kitabıyla kötülüğün çok yüzlülüğünü, gündelik yaşam içine nasıl sirayet ettiğini sanatta, felsefede ve siyasette kısa örneklerle serimleyerek yerli yerinde konuşulan kötülüğün şifa olduğunu söylemek istedik. Ayrıca kötülük felsefeleri için bir giriş olan bu kitapla kötülüğün insan oluşun her alanıyla ilgili olduğunu dolayısıyla sadece teodise bağlamına sıkıştırılarak anlaşılamayacağına dair model oluşturduk. İhsan Fazlıoğlu hocamın takriz yazısında da belirttiği gibi bu kitap bir başlangıç, bir giriştir. Meselenin tartışılacak tarihsel, kültürel ve coğrafi boyutları bulunmaktadır.