Elyesa Koytak: "Geçmiş bitmiş değil!"


Hangi sebeplerle şiiri tercih ettiniz?

Kendimi Türkçede hissetmek için. Bunu şiir okurken de hissediyorum, iyi şiir okurken. Şiirdeki Türkçe, şiirdeki anlam ve açıklık, şiirdeki ayna kendimi gösteriyor. Yazarken bu sefer hem kendime hem başka insanlara kendimden bir ayna yapıyorum. Ama bu kişisel bir ayna değil, beni bütün tarihle ve toplumla irtibatlarım üzerinden yansıtan bir ayna. Şiirden bunu anlıyorum zaten; kişinin dünyayla, yaşadığı dönemle, yaşadığı insanlarla, ki bunlar dostları da düşmanları da olabilir, irtibatlarını açığa çıkaran söz. Dünyayla ilişkilerimizi açığa çıkaran, çıkardıkça yeniden kuran, bazen iyileştiren, çokça güçlendiren insan sözleri. Bunu Türkçede hissetmek için, buna ihtiyacım olduğu için şiiri tercih ettim.

Anlamın Kıyameti Modern Türk Şiiri Üzerine Denemeler adlı bir kitap da yayımladınız. Modern Türk şiirinin seyri hakkında neler söylersiniz?

Modern Türk şiiri Türkiye’de yaşayan insanların başından geçenlere hem şahit hem müdahil olmuş bir toplam, bir süreklilik, bir kaynak. Doruk noktası da Mehmet Akif’tir. Şiiri hayata hem şahit hem müdahil kılmıştır. Böyle bir şiir yazabilmenin mümkün olduğunu, hem de bireyci edebiyat akımlarının baskın olduğu modern dönemde göstermiştir. Modern dediğimiz dönemde Türkiye diye bir ülke neredeyse baştan kuruldu ama birçok tarafıyla tarihte köklenen değerleri, kurumları, davranışları da sürdürdü. Modern Türk şiiri bu anlamda Türkiye’nin yüz elli yıllık dönüşümünün nabzını tutan bize mahsus bir imkan. Kitapta da belli şairler üzerinden bunu anlatmaya gayret ettim. 

Teori çalışmanın size katkısı neler oldu?

Teori dediğimiz şey bir şeyin nasıl açıklanacağını soruşturmak, belli bir soyutlama düzeyinde akıl yürütmek demek. Bir şiiri nasıl açıklarız? Bu sorunun cevabını vermek için belli bakış biçimlerine, teknik alet edevata, kavramlara ve ölçümlere ihtiyacımız var. Teori çalışmak bana Türk şiirinin hem teknik hem tarihi gücünü daha iyi görmeme yardımcı oldu. Türk şiirinin toplumsal karakterini, matbuatla, siyasetle, olaylarla kurduğu ilişkiyi açıklıkla keşfetmek için teori elzem. Tabi burada hangi disiplinin teorileri nerede işe yarıyor, sosyoloji mi, dilbilim mi, bu da ayrı konu. Ama kitapta teorik bir kalkış noktasından yola çıktığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Şiiri nasıl anlarız ve şiiri anlama tarzımızın tarihle ne alakası var? Teorik meselem buydu. 

“Bütün nehirler bizimdir.” Ne demek?

O ifadeyi Paris’te yazmıştım, Paris’te Dört Gün şiirimde geçiyor. Biraz tabi bizim eski şairlerimizin Paris tutkusuna nazire tarafı da var şiirin. Ama belki eski şairlerimizde hiç olmayan şekilde Paris’teki Seine nehrine bakarken burada bizim olan ne? diye sordum. Bizim olan, sadece öteden beri Paris’i modernliğin, sanatın filan başkenti sayıp ona ulaşma arzumuz mu? Yani aslında bizim olmaması mı? Sanki daha temelde, belki daha kapsayıcı bir tarihsel muhayyilede o şehrin bütün tarihsel yükünün ortasından geçen akarsunun bizim olan bir tarafı var. “Doğa bizimdir” gibi hümanist bir şey değil bu, tarihin doğru tarafında durma gayreti. Seine nehri de bizimdir, sömürülen, kullanılan, ifsat edilen her unsur, her mahluk, her can, her varlık bizdendir. Yani tarihin külfetine karşı, tarihin ortasından akıp giden ve her günkü istilaya rağmen içten içe bir karşılık, bir adalet, bir selamet imkanı barındıran bir nehir tasavvuru. O şiirde nitekim “Sen nehri altından Afrika akıyor” diyorum. Bu da az önce dediğim gibi, insanın durduğu an ve mekanda tarihle arasındaki irtibatlardan biri. Paris’e bakarken bir Türk şairi Afrika’yı görmeli.

Aruz vezni ile yazdığınız şiirler var. Bu tekniği tercih etme sebebiniz neydi?

Çünkü aruz bitmiş bir şey değil, çünkü geçmiş bitmiş bir şey değil. Kitapta Manzumlar diye bir bölüm var, oradaki şiirlerde divan şiirini bugünde çoğaltmak için bir anlamda varyasyonlarını yazdım. Divan şairlerine birebir özenmek, taklit etmek içimden hiç gelmedi ama bugün o muhayyile ve ritimle bir şey yazmak nasıl olurdu sorusunun cevabını vermek istedim. Divan şiirine bugünü katarsak ne olur, gibi. Okuduğumuz her şey şiirin kalkış noktası veya malzemesi olabilir, bu hele de divan şiiri gibi mutantan bir birikimse günümüzde böyle şeylere ilham vermemesi için bir neden yok. Ki o şiirlerde divan şiiriyle aramızdaki tuhaf, kasten gevşetilmiş ama halen göz kırpan irtibatı işliyorum bir anlamda.

Yüksek lisans tezinizde İkinci Yeni şiiri üzerine çalıştınız, 1950’lerdeki toplumsal değişimlerin şiire sosyolojik etkisi ile ilgili neler söylersiniz?

Kısaca şu: 1950’lerde Türkiye dönüşmeye başlayan bir ülke. Şehirleşme, ulaşım, ticaret, siyaset, düşünce, hemen her alanda. İkinci Yeni’yi başlatan şairler, yani Sezai Karakoç ve Cemal Süreya kendilerini bu dönüşümün arifesinde tanımış, şiire bu anda girmiş kişiler. Ve yeni kurulmuş Cumhuriyet’in simgesel iktidarından doğrudan mağdur olmuş bir toplumsal geçmişten geliyorlar. Bu toplumsal geçmişten gelerek iyi eğitim almışlar, bürokrat olmuşlar ve bir anlamda sosyal köken dezavantajlarını telafi edecek kadar iktidar seçkinlerine bir ucundan dahil olma ihtimalleri var. Ama şiir bu olağan toplumsal hikayenin içinde, bu hikayeye karşı bir bağımsızlık ve kendilik imkanı sunuyor. İkinci Yeni dediğimiz akımın sıklıkla başvurduğu deformasyon ve imgecilik son derece teknik şeyler gibi görünse de aslında bu iki genç şairin kendi toplumsal hikayelerine verdikleri bir karşılık olarak, kendilerini şiirde bağımsız kurma gayretleriyle gelişiyor. Bunu iki şairin eğitim ve meslek hayatlarıyla şiirlerini ilmek ilmek gezerek analiz ettim tezde. Belki fırsatım olursa yayınlamak niyetindeyim.

Sosyolog olmanızın şiirinize katkısı neler oldu?

Sosyoloji belli bir yönteme göre bilimsel bilgi üretmek, araştırma yapmak çok kısaca. Sosyolog olmam Türkiye’nin toplumsal hikayesini çok boyutlu şekilde kavramamı sağladı, sağlıyor. Ayrıca bugün nasıl bir toplumsal yapı içinde olduğumuzu da sosyolojiden öğreniyoruz. E şiir dediğimiz şey insanın tarihsel bağlarını açığa çıkarması, kendini dünyaya bağlayan ilişkilere şahit ve müdahil olmasıysa toplumsal hayata dair sosyolojiden gelen bilgilerimiz de bu irtibatlara kesinlikle katkı sunabilir, sunar.

Ezra Pound’dan Hugh Selwyn Mauberley sahne-kitap ve Lustra anafor-kitap çevirisi ile okuyucularınızla buluştunuz. Ezra Pound eserleri üzerine çalışma serüveniniz ile ilgili neler söylersiniz?

Pound öteden beri okuduğum bir şair. Okudukça aslında başka Batılı şairlere yaptığım gibi, kendi kendime Türkçeleştirmeye başladım. Pound’u çevirirken bir tür füzyon yaşadığımı söyleyebilirim, sadece Paris’te yaşadığı yerleri görmüş olduğum için değil, ondan daha önemlisi yaklaşık yüz yıl önce yazılmış şiirlere derinlemesine nüfuz ederek çevirmek zorunda buldum kendimi. Hayatını okudum, başka yazdıklarını okudum. O yüzden her kitaba uzun takdimler yazmaktan kendimi alamadım. 1908-1912 arasında yazdığı İlk Şiirler’i de çevirdim ama henüz yayımlanmadı. Ülkü Tamer’in çevirdiği Cathay’ı da yayına hazırladım, bazı ufak düzeltmeler ve yine uzun bir takdimle. Bu süreçte bazen Pound’un kullandığı bir kelimenin peşinde birçok kaynağı dolaştığım oldu, sözlük anlamının ötesinde tam olarak şairin o şiirin ilişkisel dünyası içinde o kelimeden ne kastettiğini hissetmek için. Muhayyilem Poundlaştı diyebilirim o dönemde, ister istemez. Dediğim gibi bir tür füzyon, yüz yıl önce yazmış bir şairin muhayyilesine dahil olup o kelime, o mısra, o şiir kaleminden çıkarken nasıl bir tasavvur ve halet-i ruhiyeyle yazdığını yeniden hissetmek, kurmak. İyi şiir çevirilerinde bu vardır.

Okuma- yazma serüvenine yeni başlayacak dostlarımız için bir öneriniz var mıdır? Çağdaşlarınızdan kimleri önerirsiniz?

Murat Küçükçifci ve Can Acer’in kitaplarını hemen tavsiye edeyim.

Son olarak Elyesa Koytak’ı üç kelime ile ifade edebilir misiniz?

Ben, şair, sosyolog.

Etiketler
Elyesa Koytak Şiir Anlamın Kıyameti Ezra Pound Çeviri Hicretsizlik Ketebe Bütün Nehirler Bizimdir