Ben “Ey!” derim


Ben yaşamayı seçiyorum, bebeğim. Yaşamdan yana olmayı, kendimden yana durmayı. Yan yatarak, çamura batarak ya da türlü türlü zorlayıcı meselelerle boğuşarak… Ama memnuniyetsizlik ve suçluluğun gölgesinde değil, kararlılıkla, kendimden yana olarak. Bu kez zorlanmak da var, ama kendimi kaybetmek yok. Belki her şey tam olarak çözülmeyecek, belki bazı düğümler hep kalacak. Ama en azından bu düğümlerin üstünden adım atmayı, kendi ayaklarımla yürümeyi seçeceğim. Kendi yolumdan gideceğim; yan yollara sapmamaya, dönüp kendime ihanet etmemeye kararlıyım.

Kalın bir halat yapmak ince işçilik ve güçlü malzeme ister. Gemici halatları öyle sıradan iplerden değildir; her bir tel dayanıklı, güvenilir ve dirençli olmak zorundadır. Deniz zayıf olanı affetmez çünkü. Halatın her lifinde bir başka kuvvet yatar, her bükümde ayrı bir sabır. Önce tek tek iplikler hazırlanır. Bunlar öylesine güçlüdür ki, tek başlarına bile direnç gösterirler. Ama asıl dayanıklılık, o ipliklerin bir araya gelip güçlü bir bütün oluşturmasıyla başlar.

Bu iplikler halat olacakları günü bekler gibi sıkıca bükülür; tel tel döndürülerek kalın bir öze dönüşürler. Çapa gibi ağır yüklere dayanacak bir halat için bu tel grupları çoğunlukla üç kollu bir örgüyle birleştirilir; sanki denizin içinden fırtınaya kafa tutacak bir güç yaratılır. Tel uçları balmumu veya özel bir yapıştırıcıyla mühürlenir ki, denizin amansız sularında çözülmesin, dağılmasın.

Son olarak, bu kalın halat, suyu geçirmemesi ve çabuk yıpranmaması için özel bir kaplamayla tamamlanır. Böylece gemilerin en ağır yüklerini, en derin korkularını taşır hale gelir. Halat suya, rüzgara ve zamana karşı bir zafer nişanesi gibi gemideki yerini alır. Aynı bu halat gibi, ben de en zor anlarımda kendimi büküp yeniden inşa edeceğim. Çünkü artık kendimden yana olmayı öğrendim.

Bir şiirde şair, “Denizin benzetmeye ihtiyacı yok,” diyordu. Belki de denizin kendine özgü bir dilidir bu, hiçbir metafora, hiçbir benzetmeye sığmaz. Ama bütün metaforlarım, tüm anlamlarım denizden çıkar, orada batar, oradan doğar. Balığın ağa dolanması gibi… Dolaşıp takılırım, sonra yeniden başlarım dalmaya. İnsan olmaktan mı, balık olmaktan mı yana olduğumdan emin olamam bazen. Bu tavır, içinde kaybolduğum bir kararsızlık; ne denizin derinliklerine doğru sürüklenmek ne de yüzeyde kalıp soluk almak… Her iki tarafta da bir belirsizlik, bir boşluk var. Dalmak mı, yüzmek mi? Kendimi kaybetmek mi, yoksa başka bir yol mu seçmek?

Bazen bir balığın ağla karşılaşması gibi takılırım, aniden bir yere sıkışırım. O ağ beni tutar ve geri çekerken ben de ondan kaçmaya çalışırım. Ama bir yandan, her takılmamda yeniden başlarım; sanki her çıkışımda deniz beni daha derinlere çeker. İnsan olmakla balık olmak arasında gidip gelirken, her ikisinde de bir tükeniş var. Bir yerde, her şeyin dönüp tekrar başlamak olduğunu hissederim.

Ben bugün denize gideceğim. Denizin dibine ineceğim. Kumların arasına batıp çıkıp her dalgada kaybolarak... Arada bir vurgun yiyip, vurgun vurup, korsanların bastığı bir adada olacağım. Belki de kim bilir, belki Guliver’i görürüm, dev gibi, orada, önümde… Sanki her şey mümkünmüş gibi, denizin derinliklerinde başka bir gerçeklik varmış gibi hissedeceğim. Kimse görmeyecek, kimse bilmeyecek. Denizin altındaki dünyada zaman yoktur. Gecesiyle gündüzü karışır, yönler kaybolur, belki bir kayanın arkasına saklanmış bir hazine bulurum. Ya da belki bir deniz kızı bana masallar anlatır, geçmişin ve geleceğin sırrını fısıldar kulaklarıma.

Bütün bu hayallerin içinde kaybolmak kendini bulmak.

Nemo, Robin Hood, Cuma… Diğer deniz hayvanları, insanları gözlüyor. Her biri kendi masalını yazıyor denizin derinliklerinde. Nemo, kaybolmuş bir çocuğun hikayesini anlatıyor belki de, kaybolmuş bir dünyadan dönüşünü. Robin Hood, denizin krallıklarını soyan bir hayalet gibi, suyun altındaki hazineyi çıkarıyor, zenginlerin altınlarını alıp yoksullara dağıtıyor. Cuma ise, belki bir adanın bekçisi, denizin sırlarını koruyan bilge bir varlık; ama aynı zamanda adalet arayışında, insanlara uyandırılması gereken bir ders veriyor.

Deniz, kendi yaşamını sürdüren bir dünyanın ötesinde, bir masal diyarı gibi. Orada insanlar sadece geçici birer misafir. O masum hayvanlar ise, kendi kurallarını, kendi yaşam savaşlarını sürdüren varlıklar. Ve belki de her biri birer kahraman, birer öğretmen… Tüm bu figürler denizin dibinde, bir arada yaşamlarını sürdürüyorlar. O dünyada, zaman ve mekan, başka bir boyuta kayıyor.

Denizin içinde ya da dışında doğan, benden doğan, benim bedenimden, zihnimden doğan, aynı bu satırlar gibi… Aynı oğullarım gibi. Her kelime bir evlat gibi büyüyor, her düşünce bir yaratık gibi derinliklere iniyor. Deniz gibi, her şeyin içinde bir başlangıç ve bir son var, ama aynı zamanda bir süreklilik de… Benim yazdıklarım, sanki denizin dalgaları gibi, bir biçimde sürekli geri dönüyor, kayboluyor ve tekrar çıkıyor. Her satır, bir zaman sonra kendini tekrar yaratıyor, kendi özünden türetiliyor. Oğullarım gibi; her biri kendi yaşamını kuruyor ama yine de benden bir parça taşıyorlar. Ne kadar uzaklaşırlarsa, o kadar derinlere inerler. Ama her biri, hep bir şekilde beni çağıracak.

Senin için ne kadar kolaymış, annemi ve babayı hayatından silmek, mezara koymak… Bizsiz daha mutluymuşsun, canın sağ olsun. Bu kadar mı kötüydük biz? Kalbin bize kararmış. Ama ben de kalbimi taş gibi yaparım, alışırım buna. Dua et de çabucak hayatımızdan tamamen çıkalım, eğer görmek istemiyorsan, görmek zorunda değilsin. Ben de gurbetteymişim gibi sayarım. Görüşmemiz biter. Beni istemeyen evlat, bensiz daha mutlu oluyorsa, canı sağ olsun, yolun açık olsun.

Sıra, senin için yaptıklarımı düşündürüp beddua etmeye mi geldi? Ne diyeyim ki, yaşadıklarının, hayatta yalnızca senin sıkıntılarının ağır olduğunu düşünüyorsun galiba. Herkesin sıkıntısı kendine, çok zor abla. Burada dert yarıştırmak niyetim yok ama mesela kredi kartımın “ilk kez” asgarisini ödemek, bence büyük bir nimet.
Ben elimden geleni yaptığımı düşünüyorum senin için, içim o anlamda çok rahat. Anlamsız yere engellemeseydin de, haksız olduğumu düşündüğüm için değil, sırf üzerimde hakkın olduğunu düşündüğüm için yazdığım mesajı görseydin.
“Sıkıntılı zamanımda beni yalnız bıraktılar” mı diyorsun? Etrafındaki seni seven insanları uzaklaştıran sensin. Ne zaman aradın, ne zaman yazdın da çıkmadım? Kendi kendine saçma bir sebepten engelleyip, kafana estikçe “görüşmek istemiyorum” dedin. Keşke sınırsız bir enerjim, ruh halim olsa da sürekli senin gönlünü alabilsem, inan çok isterim. Ama ben, kendimi ayakta tutmaya, zorla motive etmeye çalışıyorum her gün. Bi düşün lütfen, hep mi etrafındakiler suçlu, hep mi mağdur sensin? Baksana, suçlu bu olaylarda da ben oldum.
Dün grupta yazmışsın ya, “unutmayacağım” diye, bir de bunu söyleyip duracaksın belli ki. Yazma demişsin, yazmadım. “Seninle görüşmek istemiyorum” diyorsun, görüşmüyoruz işte. İçim aylardır huzursuz ve en iyi de sen biliyorsun, sürekli aklımda oluşunu. Ama seninle iletişimde olmak da çözüm olmuyor. Zaten konuşulamıyor ki; karşıdakinin de haklı olabileceği gösterildiğinde, ya konuyu kapatıyorsun ya tersleyip öfkeleniyorsun.
Allahım sağlık versin sana, hayırlı kapılar çıkarsın, sıkıntılarından kurtuluşa erdirsin. İçimde sana karşı öfke veya kötü niyet yok, zaten olmaz da, tanıyorsun. Bekliyorsan, ben telafi etmeyeceğim hiçbir şeyi çünkü kendimi suçlu hissetmiyorum. Hakkımız elbette çoktur üzerimizde, birbirimize. Benden yana helal olsun. Allah’a emanet ol.

Bir sabah, deniz kenarındaki o taşlı, yosunlu kıyıya doğru yaklaşırken, kafamda pek çok düşünce vardı ama bunların hepsi kayboldu birden. O ân, ne zaman başımı kaldırıp da bir göz attığımda, havadaki rüzgarın dağılmasıyla birlikte o yükselen tuhaf sessizlik, her şeyi değiştirdi. O ân hiçbir şeyin düzeni yoktu. Dubadan kendimi atarken, vücudum havada dönmeye başlamıştı, sanki havada asılı kalmış gibiydim, ama o kadar kısa bir zaman dilimiydi ki, yere düşme ânını hiç beklemedim.

Ve işte sonra o tek kelime… “Dikkat et!” diye bağıran bir ses, uzaklardan gelen bir uyarı gibi kulaklarımı çınlatan bir yankıydı. Ne olduğunu anlamadım, neye dikkat edeceğimi düşünmedim, sadece o büyülü boşluğa dalmak, sanki suyun içinde kaybolmak istedim. Yavaşça, varlığımın tüm hatları silinip kayboluyordu. O kadar yoğun bir anıydı ki, ne arkamdaki dalgalar, ne de önümdeki su o ânın içinde var oluyordu.

Düşerken bir şeyin farklı olduğunu hissettim. O ân, denizin dibine ulaşmak o kadar çabuk ve ani oldu ki, her şey bir anda geride kalmıştı. Bir çığlık, sonra bir boşluk. Sadece o anı hatırlıyorum. Ve sonra, her şey bir araya geldi; kafam, vücudum, tüm gerçeklik birbirine karıştı. Başım ve bedenim, kum zeminine çarptı, bir an her şey durdu. Dünya dönmüyordu sanki, zaman donmuş gibiydi. O kadar sert çarptım ki, burnumda denizin tuzu, dilimde kumun toprak kokusu kalmıştı.

Bir ân her şeyin yerinden oynadığını düşündüm. Kendimi bir yanda buldum, başım dönerken gözlerimi açmak için zorladım. O karanlık, suyun altında kaybolmuş dünyamda ne ses vardı ne hareket. Kafamı kaldırırken, bir ses daha yankılandı kulağımda. “Nasılsın?” diye sordu birisi. Fark ettim, etrafımda hiç kimse yoktu. Ama sanki o soruyu bana yönlendiren bir varlık, bir figür vardı.

Başımı eğdim, suyun içindeki bulanıklıkla birleşen görüntüde, çıplak ayaklarımın kumla buluştuğunu hissettim. O hissin derinliği, bana doğru yaklaşan figürün siluetiyle kayboldu. “Yavaş ol, dikkat et!” diye bağıran ses bir kez daha duyuldu, ama bu sefer ben ona cevap veremedim. Kafamda, denizin dibinden çıkmaya çalışırken, kafamı, vücudumu ve aklımı bir araya getirmek ne kadar zor bir şey olduğunu düşündüm.

İlk başta bir şey hissetmedim, sonra o donmuş sızıyı, kumla birleşen her şeyin ağırlığını hissettim. Yavaşça başımı kaldırıp, suyun soğuk, acımasız kucaklamasına karşı koyarak, vücudumun tüm hatlarını birleştirdim. Her bir çarpma, her bir hareketin yankısı, zihinimde yankılanmaya devam etti. Su altında zaman bir biçimde dönüp duruyor gibiydi, ama ben yeniden yüzeye çıkmaya başladım, bir yandan suların ağırlığını hissederek, diğer yandan her şeyin hızla geçtiğini fark ettim.

“İyi misin?” diye seslendi birisi, ama cevabım suskunluktan başka bir şey olmadı. Başımı eğip denizin içine bakarken, her şeyin silüetlerine dalıp gitmiş, dalga dalga hızıyla bana doğru gelen her şeyin aslında bana dair olduğunu fark ettim. Her adım, her derin nefes, o ânın ve dönüşümün derinliğine girmemi sağlıyordu. Yüzeye çıkmaya çalışan bir balina gibi tüm gücümle dibe çakıldım.

Yavaşça, bir ayak basımı uzatarak, kumdan kendimi çekmeye çalıştım. Tüm bedenim baştan aşağı sızlıyor, beynim hâlâ o kafama vuran darbenin yankısını taşıyor gibiydi. Ama bir şekilde ayağa kalktım, karaya doğru adım attım. Havanın tuhaf bir şekilde sıkıştırdığı göğsüme, yalnızca suyun derinliklerinden çıkan o gizemli yankılar kaldı. Bir süre sessizlik oldu, sanki her şey durmuştu. Ama şimdi, hâla o adımda, denizin dibindeki gürültüyle birlikte, bir dünya daha açıldığını hissediyorum.

Deniz, beni yavaşça sararken, vücudumda derin bir dinginlik hissettim. Suyun tuzlu, serin dokunuşu, bedenimin her bir hücresinde yankılanırken, düşüncelerim sanki denizin içine süzülen baloncuklar gibi kayboluyordu. Her dalga bir içsel huzursuzluğu yok ediyordu, her sıçrama bir kayboluşun ardından gelen yeniden doğuştu. Gözlerim kapalı, suyun içinde olduğum o sessiz ânın derinliğine battıkça, etrafımdaki tüm dünya, dışarıdaki tüm gürültüler kaybolmuştu. Sadece ben, sadece içim kalmıştı ve varlığımın kaybolmuş bir parçasını yeniden buluyordum.

Bedenim, suyun içindeki o boşlukta kaybolmuşken, zihnimde bir şeyler yankılanıyordu. Bir hissiyat, bir tanıdıklık, ama asla netleşmeyen bir şey vardı. O ân, benliklerim—geçmişim, bugünümdü, yarınımdı- hepsi birleşti. Kim olduğunu anladım. Kim olduğumla ilk defa yüzleştim. Gerçekten kim olduğumla.

Rüzgarın sahil boyunca eserken getirdiği tuzlu havanın kokusu burnumda bir anı, silinmiş ama bir o kadar derin bir iz bırakmış bir hissiyatı uyandırdı. Kaybolmuşluk, terk edilmişlik, ardından gelen farkındalık… Ve aniden bir şeyler yerine oturdu. Kendimi buldum, kelimenin tam anlamıyla buldum. Kendimi yeniden keşfettim. O kadar doğal, o kadar kolay ki. Hiçbir şeyin zor olmadığını fark ettim. Bedenimle bütünleştim. Zihnimle, kalbimle. Su beni içine aldıkça, ben de kendimi daha derinlere bırakıyordum.

Bunlar, kelimelerin anlatamayacağı türden bir bütünlük duygusuydu. Bunu hissetmek, dünyadaki her şeyin ondan sonra ne olacağına dair hiçbir kaygımın kalmadığını fark etmekti. Ben, bir an için, varlığımın tam ortasında, her şeyin bir parçası gibi hissettim. O keskin, soğuk deniz suyu, bana yıllardır içimde gizlediğim o derin huzuru, o benlik bütünlüğünü getirdi. Bedenimin her parçası, tüm kaybolmuş hislerin, acıların ve kayıpların yeniden yerine oturması gibi bir şeydi.

Su derinleştikçe, içimde de bir derinlik vardı, ama bu derinlik korkutucu değil, sakinleştiriciydi. Hislerimin her biri bir yansıma gibiydi. İçimdeki çalkantılar, denizin her dalgasında birer birer duruluyor, suyla birlikte her şey açığa çıkıyordu. Ne olursa olsun, oradaydım. Kendimdim. Sadece ben.

Ve o ân bir farkındalık daha geldi. Benimle ilgili her şey, her kırılma, her parçalanma, her kayboluş, hepsi tam da bu ânda birleşiyordu. Geçmişte kaybettiğim her şeyin, her duygusal yara izinin, her terk edilme duygusunun içinde bir anlam taşıdığına inanmıştım. Ama o an, bunların sadece beni bugüne, bu âna taşıyan bir yol olduğunu fark ettim. Beni ben yapan her şey, beni ben yapan o derin gölgelerdi. Kendimi kabul ettim. Bir parçamla bile yüzleşmedim, tüm parçalarım bir oldu. Ben, o ânda, tüm eksikliklerimle, tüm kırıklıklarımla birlikte tamamlanmıştım.

Denizin tuzlu suyu, yüzümdeki teri ve tuzu birbirine karıştırırken, ellerim -yavaşça-gözlerime doğru uzandı. Gözlerimi açtım ve bir başka dünyaya bakıyordum. O dünyada ben, sadece ben vardım. İçimdeki benliğe hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Kendimi orada, tüm kırılganlıklarımla, zaaflarımla, güçsüzlüklerimle birlikte sevmiştim. Ve o sevgi, bir anımsama, bir farkındalık gibi yükseldi içimde. Bütün bu yıllarca süren kayboluşlar, tüm parçalanmaların bir araya gelmiş haliydi.

Bir ân, sadece suyun sesiyle baş başa kaldım. O sessizlik içinde, denizin beni sarıp sarmaladığı bir dünyada, varlığımın her parçasını kabul ettim. Benim olan her şeyi, yanlışlarımı, doğrularımı, duygularımı… hepsini kabul ettim ve kabul etmekten bir tür huzur buldum. İçimde bir açıklık vardı, suyun her dalgasında bir rahatlama. Hiçbir şeyin eksik olmadığını düşündüm. Her şey yerli yerindeydi.

O ân, tam anlamıyla ben oldum.

Babama döndüm, annemin rahmine tekrar doğdum. Su, her şeyin başlangıcıydı. Bedenim suya karışırken zaman durdu. Dalga dalga içimden ve dışımdan geçen bu gizli akıntı, beni yeniden doğuran, belki de yalnızca bir şekilde var ettiğimi hissettiren bir güç gibi. Gözlerimi kapadım ve çevremdeki her şeyden uzaklaştım, sadece deniz vardı; deniz ve ben.

İçimdeki boşluk, her dalganın sesiyle yavaşça doluyor, ama bir yandan da kayboluyordu. Her dalga bir parçayı daha alıp götürüyordu. Ben, geçmişin hatıralarıyla dolu bir zaman kesitinde, sanki bir kuytuda gizlenmişim gibi, yeni bir benlik doğuruyordum. Su beni sararken, zaman bir hayalet gibi, uzaklardan gelip vücudumun üzerinden geçiyor, varlığımı çözüyordu.

Bana doğru yükselen dalganın bir parçası oldum. Ellerim ve ayaklarım denizin içinde kaybolduğunda, bütün bedenim bir kayboluş hissine sarıldı. İkinci bir kez doğuyordum belki de. Zihnimde bir sessizlik vardı, dışarıdaki sesler -güneşin ılık ışığı, denizin tuzlu kokusu, suyun ince ince derinleşen sesi- hepsi birleşerek tek bir düşünceye dönüştü: Benim varlığım, bu an, bu anın ötesinde hiçliğe doğru yol alan bir hareketti. Güneşin ışıkları dalgalanırken, suyun sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Sanki evrenin her ânı, denizin her damlası bir kayboluşun, bir varoluşun parçasıydı.

Ve o ân… Su beni sarıp sarmalarken içimdeki tüm kaygılar kayboluyordu. İçsel bir huzur, bir dengeydi bu; ne geçmişe ne de geleceğe bağlıydım artık. Zihnim suyla kaynaşırken, ben de suya karışıyor, sadece o ânla var oluyordum. Gözlerimi kapatıp nefesimi derinleştirirken, su bana her şeyin ötesine geçmenin mümkün olduğunu hatırlatıyordu. Tüm evren bir döngüydü; su, her bir damlasıyla geçmişi unutturuyor, her dalga yeni bir başlangıcın habercisiydi.

Güneş yüzümde, omuzlarımda, saçlarımda, her yerimde. Işığın tuzlu dokunuşu, beni kendimle olan o haksız, o terk edilmiş ilişkiden koparıyor, yavaşça bir araya geliyordu. Su, varlığımın şekil aldığı, ona biçim veren maddeydi. Sanki geçmişin taşları birer birer dökülüyor, suyun içinde kayboluyordu. Her hareket, her dalga, her ân bir dönüşüm, bir eylem gibiydi. Bedenim hareket ediyordu, ama düşüncelerim çoktan başka bir yerdeydi.

Baba, annem, bu deniz -her şey bir araya gelmişti, suyun içinde kaybolmuş, bütünleşmişti. Kaybolmuş olmak, tam da orada, denizin içinde bir kayboluştur, ama aynı zamanda bir buluştur. Her dalga, bir yolculuk, bir adım daha atılmamış, bir iz bırakılmamış ama bir ân sonra bir başka varlık tarafından silinmişti. Burada, suyun içindeyken, bir şeffaflık vardı -kaybolan benliğim, bir başka formda yeniden beliriyordu.

Ve su, her şeyin sonu değil, başlangıcıydı. İçimden gelen o kuvvetli, sakinleştirici dalga bir arada duruyordu. Ben, bir ân daha kendimle buluştum. Gözlerimi yeniden açtım. Gözlerim, suyun yansımasındaki ışıkla karışarak başka bir şeyi arıyordu. Sonra, denizin içindeki her şey bir araya gelmişti -ben de oradaydım, her şeyin sıfır noktasında. Her şeyin kaybolduğu, her şeyin birleştiği o noktada, sonsuz bir varlık vardı.

Benim bedenim değil, o varlık. Bütünlüğün içine çekilmiş bir benlik, kaybolmuş bir zaman diliminde yaşayan insan. Yavaşça derinliklere batarken, varoluşumun anlamını kavradım. Her şey denizin dalgasıydı, bir ân var olup sonra kaybolan, ama her zaman geride iz bırakmaya çalışan. Bir varlık olarak, kaybolmakla kaybolmadığımı düşündüm.

Sadece su vardı ve ben… Her şeyin, bir bütün olmanın dışında bir anlamı var mıydı?

Beni sarsan, beni yıkan, beni tekrar yapanlar… Ama bir o kadar da paramparça edenler. Gerçekten de insan, kendini yeniden bulmak için ne kadar kaybolmalı? Kendimi bulduğumda, aslında kim olduğumdan emin olamayacağım bir gerçekle yüzleştim. Artık dönüşler bitti. Her şeyin göbek bağı kesildi. Tıpkı insanın içsel yolculuğunda, çocuklukla olan bağlarının kesilmesi gibi. “Bitti işte,” dedi. Bitti. “Yeter,” dedi. Ve her şeyin sona erdiğini, her şeyin bir çöküşe uğradığını anladım. Bitti.

Beni yok edenler, bana kendimi ararken kaybolmayı öğretmişlerdi. O kayboluş, bana özlemin, bir arayışın ne olduğunu gösterdi. Artık geriye bir şey kaldı mı diye düşünmeye başladım. Kalan her şeyde de bir boşluk var. O boşluk, kendime sorduğum her soruyla büyüyordu. Var mıydım? Var mıydım gerçekten, yoksa sadece bir hayali arayış mıydım? Her soru, bir diğerini doğurdu. Göbek bağım kesildiği için artık ben de kendimi oluşturabilirim sanmıştım. Ama orada sadece bir yokluk vardı. Boş bir sayfa, bir başka dünyaya açılmaya çalışan bir göz, ama bakışımda kararsızlık vardı. Çünkü bu yokluk, bana kimlik de vermedi, benliği de. Kim olduğumu bilemedim. Belki de kimse olamamıştım. Ama bir zamanlar, bu dünyada, bu bedende bir “ben” vardı. O “ben,” zamanla kayboldu, belki de hiç var olmadı.

Birey yok, şuur yok, suçlu yok. Çünkü suçluluk, varlığın yıkımıdır. Bunu ne zaman fark ettim bilmiyorum, ama fark ettiğimde artık hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. İçimdeki bu boşluk, sanki hiç bitmeyecek bir gece gibiydi. Bir adım atsam, her şey karanlık olurdu. Bir adım daha; ve yine hiçbir şey. O zaman düşündüm: Benlik yok. Hangi benlik? Beni bir arada tutan neydi ki? Hiç olmadıktan sonra, bir “ben”in olması neyi ifade ederdi? Hiçlik, varlığa karşı bir çağrı gibiydi. Hiçlik, var olmanın belki de tek gerçek haliydi. Ama bu hiçlik bir varlık, bir şeyin bekleyişiydi. Kendisini biçimlendiremeyen ama her an varlıkla çarpışmaya çalışan bir enerji.

Evet, belki hiç olmamak, çok olmaktan daha fazla bir anlam taşıyor. Çünkü çokluk, bir süre sonra dilin sınırlarına, bedenin sınırlarına hapsolur. Ama hiçlik? O, her şeyin sınırını aşar. Hiçlik, bir andan diğerine kayıp gider, kaybolur, yok olur. Bunu düşünmek bile yorgunlaştırıyor, çünkü varlıkla yüzleşmek, doğrudan ölümle yüzleşmek gibidir. Birçok felsefi akım, varoluşun amacını arar. Ama belki de amacın ta kendisi, bir boşlukta kaybolmak, bir varlık olmaktan daha fazla olmak, çoklukta kaybolmaktı. Ve her zaman “ben”in peşinden gitmek, bir anlamda varoluşu yalnızca kendi dar çerçevemizden anlamaya çalışmaktı. Oysa yaşam, bir diyalektiğin içinde, birbirini etkileyen, birbirini tamamlayan ve birbirine kaybolan bir döngüydü.

Her şey bir deneydi. Her şey, her ân keşifti. Yaşamak, bazen sadece serbest çağırış gibiydi. Her düşünce, her kelime, serüvene dönüşüyordu. Ve o serüven, her an başka bir yolculuğa çıkıyordu. Ama yola çıkarken, insan bazen kaybolur. Kaybolduğunda ise, bazen kendisini bulur, bazen de kaybolmuş olduğunu fark eder. Her yolculuk, kaybolmuşlukla başlar. Zihnin, bedenin ve ruhun her an birbirine kaybolarak, birbirinden geri dönmesi gibidir. Yaşam, bazen bir akor gibi çalınır, bir nota kaybolur ve sonra başka bir melodiyle devam eder.

İşte şimdi, bir çağrı yapıyorum sana. Beni duyacak mısın? Duyacak mısın seni aradığımda, seni çağırdığımda? Bir zamanlar sana “hey” dedim, ama belki de sesimi duymadın. Oysa içimde, seni her zaman aradım. Sesim bir çağrı gibi içinden geçiyordu. “Ey!” dedim, ama o “ey,” belki de hiç duyulmadı. Ya da belki sen o sese kaybolmuş olabilirdin. Sesim, bir zamanlar sfenks gibi bir yankıydı, hüzünle yankılandı. Ve ben de zaman zaman, o kaybolmuş sessizliği özledim.

Bu boşluk, insanın içine işlemeye başladığında, hiçbir şeyin gerçek olduğunu kabul edemez hale gelir. Ne varlık ne yokluk ne benlik… Hepsi kaybolmuş, bir arayışa dönüşmüş olur. Birlikte var olmamak, aslında var olmanın en yoğun biçimidir. Çünkü her ân, biz kaybolduğumuzda, başkaları da kaybolur. Ve bir arada var olduğumuzda, kaybolmuşluklarımızla bir bütün oluruz. Bu diyalektik bir problemdir. Ve yaşam, bir çözüm değildir. Yaşam, bu problemin ta kendisidir.

Zaman zaman sana “Ulur musun?” diye sormak gelir içimden. Ama bu soruya bir cevap aramak anlamsızdır. Çünkü cevap, her zaman kaybolur, her zaman bir soru haline gelir. Ve son olarak, belki de bütün bu sorular, kendimizle yüzleşmenin kaçınılmaz yoludur. Ama hiçbir cevap yoktur, sadece kaybolan bir varlık vardır. Belki de bir sfenks gibi uluyan her şeyin içinde kaybolan bir ses. Bir çağrı. Ama kimseyi bulamayan bir çağrı. Kimseyi bulamayan bir benlik.

Dönüp durdum, bir türlü bitmedi, bitmek bilmedi. Dönme, dönme, aynı çukurda dönüp durmak… Dönmenin içinde kaybolan her şeyin yankısı, her şeyin dönmesiyle çalkalanan bir deniz gibi. Ne zaman kalksam, yerim bir kez daha kaybolur. Bir döngü bu, ne kadar çıksam, bir o kadar geri dönerim. Her adım bir geri adım, her nefes bir tekrar. Neden bu kadar dönerim? Ne var, ne var bu döngüde? Ben de hem varım hem yokum. Dönüp dönüp tekrar aynı noktada kaybolurum, kaybolduğum yeri unuturum ama hep kaybolurum.

Ve bir türlü bırakamam, bir türlü ilerleyemem, hep dönmek zorunda kalırım. Dönerken bir daha dönerim. Dönüp dönüp tekrar ederim, aynı yere gelir, aynı noktada bulurum kendimi. Bu nokta bir sınır değil, bir çukur; hep dönüşlerin içinde sıkışmış bir çukur. Geri dönmek, dönüp durmak. Ben buradayım, ben varım, ama döndükçe kaybolurum. Dönme, dönme, bir yoldan bir yola, bir uçtan bir uca. Ama her dönüş, bir başka kayboluş. Her adım bir başka kaybolan yerin yankısı.

Hep dönme, hep kaybolma. Dönüp dururum, yerimde sayarım, ama bir türlü çıkamam, ne yoldan ne de zamanın o çizgisinden. Her şey bir iz bırakır. Ama izler de kaybolur. Kaybolan izlerin peşinden giderken, hep bir dönüş. Dönüşün içinde kaybolurum, kaybolduğumda bir daha bulamam, bulduğumda bir daha kaybolurum. Dönme, dönme, hep aynı noktada, aynı yere dönüp dururum.

Ve sonra… dururum. Durup, bir ânı tutarım. Bir ânı tutar, bir ânı kaybederim. Dönmeye devam ederken, her kayboluşun sonrasında bir yeni kayboluş gelir. Ben hep kaybolurum, kaybolduğumda dönmek isterim, dönmek için kaybolurum. Ne zaman ki kaybolurum, o zaman başlarım dönmeye. Dönme, dönme… Belki de dönme, kaybolma… belki de kaybolmak, dönmenin tek yoludur.

Dönüp dururum, dönerken kaybolurum. Kaybolduğumda dönmeye başlarım. Bir adım daha atmak isterken, kaybolurum. Her kayboluş bir dönüştür. Her dönüş bir kayboluştur. Aynı çukura, aynı noktaya dönüp dururum. Sonra bir başka kayboluş, bir başka dönüş. Bir adım daha… dönme, dönme, dönme.

Etiketler
Ayşegül Örün Ben ey derim haftanın öyküsü