Kırmızı saplı küçük bıçak


“Tabiat yekdiğerinin zıddı olan dört esâsın hey’et-i mecmûasıdır ki onlar harâret, bürûdet, yübûset ve rutûbettir.”

Ahmet Avni Konuk

Polis yıllardır minibüsleri durdurmuyordu buralarda. Şimdi nedense durdurdu. Tam da 90’larda durdurdukları yerde durdurdular bindiğimiz aracı. Beylerbeyi Sarayı’nın önünde. Kimliklerimize bakacaklar herhalde. Eskiden sakallı olmak polis aramasına maruz kalma bahsinde bir dezavantajdı. Artık o kadar değil. Ama yine de muhtemelen selefileri falan bahane ederek veya gerçekten bir risk olduğuna inandıkları için polislerin hâlâ bazen sakallı tipleri ekstra bir dikkatle kontrol ettikleri oluyor. Bakalım bana da ekstra bir dikkatle mi yaklaşacaklar?

Sıranın bana gelmesini bekliyorum. Okuduğum Macar romanını (İşin Aslı, Judit ve Sonrası) çantama yerleştiriyorum. Kimlik sormaya başlıyorlar. Hızlıca bitecek GBT taraması galiba. Sıra bana geliyor. Kimliğimi çıkarıp veriyorum. Gelişmiş teknoloji ürünü aletle kimliğim okunuyor, sorun yok. Yine de kimliğime bakıp “Yusuf Yıldız?” diye soruyor alışkanlıkla. “Evet,” diyorum  insiyaki olarak.  Otuzlarındaki polis bana tecessüsle bakmaya devam ediyor. Bir şeyden mi şüphelendi acaba? Ama neyden? Sakallarım iki ay öncesine göre epey derli toplu. Saçlarım da. Çantamı açmamı istiyor. Fermuarını çekerek açıyorum. İçinde dört kitap var. Kitapları gözden geçiriyor hızla. Kafası karışacak kadar kitaplardan haberdar değildir. Zaten artık kitaplar devlet ve sistem için tehlike arz etmiyor. Uzun süredir böyle.

Yaşı otuzu biraz geçkin bu polis neden beni kendi halime bırakıp gitmiyor acaba? Arkalarda yedi sekiz kişi daha var. Onların da kimliklerine bakıp bizi salsa ne güzel olur. “Lütfen çantanızın yan bölmelerini de açın,” diyor. Ve o ân aklıma bir şey geliyor. Çantamda olan bir şey. Peçetelere sarıp çantamın yan bölmesine yerleştirdiğim bir şey. Polis de tam da o anda oraya elini atıp onu oradan çıkarmasın mı? Hemen hızlı bir şekilde peçetelerinden sıyırıyor çantamın cebinden çıkardığı küçük şeyi. Gözlerimin içine bakarak soruyor: “Nedir bu?”

Nasıl söyleyeceğim ona ben şimdi bu bıçağı senin için, sizin için yanımda taşıdığımı? Nasıl anlatacağım? İnanır mı ki? Ya ablan inanır mı bana? İnanır mı her gece sizinle, her birinizle içimde saatlerce konuştuğumu? Bu rutubetli evde size kelimelere başvurmadan çok şeyler anlattığımı. Sizin için dualar ettiğimi.

Polis soruyor bir daha: “Beyefendi bu bıçağı niye çantanızda taşıyorsunuz?” Şimdi ona kestane çizmek için o bıçağı oraya koyduğumu söylesem bana inanır mı? Bıçak o kadar küçük ki polisin bu soruyu sorması beni şaşkınlığa düşürüyor. Bir çeşit dumura uğramışlık hali. Bir şey söyleyemiyorum. Fakat bir şey söylemem, anlatmam lazım. Nihayet şöyle diyorum:

“Memur bey ama bakın bu küçücük bir bıçak. Ne mahzuru var bu bıçağı taşımamın?”

“Yine de bir bıçak işte, yani kesici bir alet. Değil mi?” diye karşılık veriyor bana.

Güneş batmış çoktan, hatta akşam geceye evrilmiş. Hafta içi. Çarşamba. Polisin inadının tuttuğu gün. Bırakmıyor beni. Minibüsten indirmek istiyor. Bense yalnız yaşadığım evime gitmek istiyorum bir ân önce. Polise hayır deme imkanı bu memlekette yok. İniyorum polisle beraber mecburen. Polisin elinde muhtemel suç aleti. Kırmızı saplı küçük bıçak. Polis aracına yanaşıyoruz. Polis, bıçağı elinde evirip çeviriyor. Canı muhtemelen bir şeylere sıkılmış; bana patladı bu kırmızı saplı küçük bıçağı bahane ederek. Üstünkörü ve basitçe böyle düşünüyorum içimden. Şaşkınlık, üzgünlük ve biraz da kızgınlıkla.

İçimden hayıflanarak minibüse binmeseydim böyle olmaz mıydı diye geçiriyorum. Aslında ben otobüse binen biriyim. Çeşitli sebepleri var İstanbul’da otobüsleri tercih etmemin. Bir kere minibüsten daha ucuz. Minibüs adı üstünde işte: mini, küçük. Aracın küçüklüğü mekanı da dar kılıyor doğal olarak. İnsan daralıyor minibüste. Daralmaya gerek yok boşuna elbette fakat otobüs çok kalabalıksa o da çekilmez oluyor. Dar gelirli vatandaşı evine işine götürecek fazla toplu taşıma aracı yok şehir içinde. Mecburen birini tercih edecek. Bu yüzden ben de aşırı kalabalık değilse ekseriyetle otobüsleri tercih ediyorum. Ama bugün Kabataş motorundan iner inmez boş minibüsü görünce gidip oturdum içine. Sınırda idi açıp okumaya başladığım kitabın ismi. Bir Alman felsefecinin otobiyografisi, hatıraları. Köprüye kadar birkaç sayfa okuduktan sonra Macar romancının (Sandor Marai) romanına geçmek istedi canım. Onu açıp okuyordum ki polis, aracı durdurdu.

Anlatacağım galiba her şeyi. Beni karakola götürmesin diye her şeyi tane tane anlatacağım. “Memur bey gerçekten de kestane çizmek için yanıma almıştım bu bıçağı.” Nasıl yani der gibi bakıyor yüzüme. İnanmıyor mu inanmak mı istemiyor? Yoksa bilsem bile anlayamacağım başka sebepler var da o yüzden mi bana bir şey söylemiyor, anlatmıyor. Belki de tek sebep meşhur polis ketumluğudur.

“Sizi karakola götüreceğiz,” diyor. Şaşkınlık, üzgünlük ve kızgınlığım artıyor. Bir şey demiyorum fakat. Karakol yakın. Denize sıfır bir karakol. Boğaz’ın çok güzel yerinde bir karakol. Ne ironi ama. Neyse biraz sonra beni komiserin karşısına çıkarıyorlar. Komiser, bir masadaki bıçağa bakıyor bir bana bakıyor. Sessizlik kaplıyor kısa bir süre Boğaz’a nazır odayı. Köprü’ye bakıyorum. O gün ordaydım bugün burdayım hissine kapılıyorum kısacık bir ân.

Komiser “Hikayeni anlatır mısın?” diyor. “Arkadaşlar bir şeyler söyledi ama tam anlayamadım. Senden dinleyeyim bir de.” Biraz çekinip sıkılsam da anlatmaktan gayrı çare görünmüyor. Şehrazat ölmekten kurtulmak için anlatmıştı ben de karakoldan kurtulmak için anlatacağım. O uzun uzun anlatmıştı ben kısaca anlatıyorum.

“Çocuklarım anneleriyle yaşıyor, ben ayrı evdeyim. Ayrıyız bir süredir yani. Ben de ara sıra onlara kestane alıp götürüyorum. Kolaylık olsun diye aldığım kestaneleri götürmeden önce uygun bir yerde, mesela bir parkta oturup, masanızdaki o meyve bıçağıyla kesip çiziyorum. Bugün de öğleden sonra çocuklarım için bir kilo kestane almıştım. Bu bıçakla kestaneleri pişirilmeye hazır hale getirdim ve çocuklarıma götürdüm. Sonrasında bir iş için karşıya geçmem gerekti. İşte eve dönerken buradaki minibüs aramasında arkadaşlar bu bıçağı çantamda buldular.”

Komiser bıçağı eline alıp inceliyor ve gülümsüyor. “Biraz bekleyin,” diyor ve başka bir şey demeden odadan çıkıyor.

Takriben on on beş dakika boyunca oturduğum yerden Boğaz’ı seyrediyorum. İçinde belirsizlik barındıran bekleyiş insanı yorar. Yoruluyorum ben de.

Komiser nihayet odaya giriyor. “Beyefendi olay çözüldü, gidebilirsiniz,” diyor.

Şaşırıyorum. Bu seferki şaşkınlığım sevinmeye daha meyyal, daha yakın. Yakınlarda bir yerde bıçakla yaralama hadisesi yaşanmış. Biraz evvel faili suç aletiyle yakalamışlar.  Suçunu itiraf etmiş. Komiser de benim gibi kısa ve öz anlatıyor hikayeyi. Serbestim.

Bıçağımı alamadan dışarı çıkıyorum. Hava soğuk. Göğe bakıyorum. Medeniyetin yerde yaktığı ışıklar göğün ışıklarını görünmez kıldığı için yıldız falan göremiyorum gökte. Yürüyüp yolun karşı tarafına geçiyorum. Biraz sonra beklediğim otobüs geliyor. Cam kenarında boş bir yer var. Oturup kafamı cama yaslıyorum. Rutubetli eve on üç durak var.

Etiketler
Kırmızı Saplı Küçük Bıçak öykü hikaye Perşembe öyküleri Mustafa Nezihi Pesen