Üsküdar metro durağının yere batan yürüyen merdivenlerinde başımı omzumun üstünden çevirip sağıma doğru baktım.

Boğaz, ufukta kayboluyor ağır ağır. Bir köşe başındaki eski Fıstıkağacı aklıma düştü. Fıstıkağacı’na gitmeliyim. Hava taze, dedim içimden. Şehirler arası otobüslerin, Kadıköy’den kalkan, her şeyin başladığı noktayı hatırlatacak kadar uzak, bozkır kokulu yollarının sonundaydım, ama bir şekilde boğazın ortasına düşmüşüm. Kız Kulesi’ni az önce gördüm, her şeyin tam ortasında, Üsküdar’a dönük yüzüyle bir ruh gibi, denize batan gövdesiyle. Yalnızca o sabah fark ettiğim şeydi bu: Boğazın mazotlu, iyotlu, tuzlu rüzgarı, on saatlik yolun bulanıklığını hafifçe silip kafamdan attı. Bir an sarhoş, gülümsedim.
Metro girişine varınca, kapıda bekleyen güvenlik görevlisine döndüm. ”Fıstıkağacı’na bu yönden mi bineceğim?” diye sordum. Gülüşüm, kelimelerime karıştı. Bir an, her şeyin tuhaf olduğu bir festival filmindeydim. Yönetmen kamerayı fish eye lensle, pembe suratlı, tıknaz güvenlik görevlisinin yüzüne doğru yaklaştırmalıydı.

Kadın biraz göbekli. Yüzü güneşte yıllarca kalmış, alaca, şişkin yanakları ve gözlerindeki patlak yorgun sabah var. Solgun gri forması bol, belki rahat etmek istiyor, belki de kilo verme sürecindedir kimbilir. Eskimiş kumaşlardan bıkkın görünüyor, sanki kadının içindeki bir başka benlik de o eski kumaşla birlikte geriye gitmiş. Şapkasının altından alnındaki birkaç ince kırışığı dikkatle inceledim. Başını kaldırdı, bana doğru baktı, şaşkın. Yüzünde şaşkınlık daha da arttı.
İstanbul’a yabancı ben gülümsememle  yumuşadı, ifadesi yavaşça değişti, bir ışık gibi parladı alaca yanaklar.
“Fıstıkağacı’nda sizi bu kadar mutlu eden ne var?” dedi.
Sadece o an oradaydım, o anın içinde. Kadın, ben yerin altında gri, yerin üstünde mavi İstanbul’da duruyoruz, aptalca gülümsüyoruz birbirimize. Yüzümde ağzım büyüdü, daha da büyüdü. Kadının bakışları yumuşadı. Ağzı aralandıkça gün yüzü görmeye alışık olmayan dişleri belirdi.
“Evet,” dedi, “bu yönden bineceksiniz.”

Üsküdar metro istasyonunda, bir durak sonra Fıstıkağacı. Valizimi sürüklüyerek, her adımda atkımı savurup, uzayıp giden bir ip gibi boynuma, sol yanıma atarak, bir elimle de valizimi çekiştirip, dengeyi bulmaya çalışacağım. Merdivenlerden inip, her adımda ayaklarımın zemine vurduğu yankı beni biraz daha eski bir İstanbul’a götürecek.

Öyle umuyorum.

Bugün metro düzgün çalışıyor. Birkaç gündür her üç seferde bir aksama vardı. Twitter’da gündem: trollere gerek yok diyor birisi, metrobüs kazaları ekranları dolduruyor. ”Diğerinden biri,” diyor biri, ”geçen gün bir metrobüs yanmış!” Ve metronun düzgün gittiği seferde, bozulan metrobüs dedikoduları dönüyor. Her şeyin geçici olduğu, hızla kaybolduğu bir an. Sohbetin sonunda hep aynı temenni cümlesi:
“Allahtan yolculara bir şey olmamış, ucuz atlatılmış.”

İnsan, söylediği her cümlenin mucidi kendi zanneder. Ya da uydurduğu her hikaye ilk kez kendisinin aklına gelmiş gibi. Öyle orijinal bir fikir, kımıl kımıl, capcanlı. Oysa ki İlyada ya da Odysseia’daki tepegöz, Didon’un hilesi hep aynı şaklabanlıklar, hep aynı şeylerin mucidi. Temcit pilavı. Gogol’un paltosu, Ayşegül’ün atkısı ya da Shakespeare’in bok püsürü falan. Kadınların arasındaki o gündelik dili, birdenbire kendi cümlelerim sandım bir an. Kafam bir öykü patlattı. Bir esriklik, bir eksiklik hissettim. Eskiden kadınlar akşam pişirecekleri yemekten bahsederdi, ama şimdi onlar da bu konuyu hiç konuşmuyorlar, herkes reels kaydırma derdinde.
Ben de mi patlatsam bir YouTube videosu, birkaç reels kaydırsam TikTok falan? Ama değmez, bir durak sonra ineceğim zaten.
Derken... 

Her şey birden patladı. Bir çığlık, her şeyin kırıldığı an. Yükselen sesin tam olarak ne olduğunu anlamadım. Bir rüzgarın, bir patlamanın, belki de bir canlının içinden çıkıp havada yankılandığı o korkutucu tını. Ses, havayı parçaladı. Tüm istasyon sanki bir anda hareket etmeye başladı. Her şey yerinden oynadı. Yerin altındaki gri duvarlar titredi, ayaklarım bir anlığına yerden kesildi. Zihnimde bir şey koptu, bir kayıp. Hop oturup hop kalkmaya fırsat bulamadan. Düştüm.  Zaman yavaşladı ağırlığı çöktü havaya, sonra bir yıldız gibi kayıp gitti. Bir anda her şey hızla ve keskin bir şekilde yerli yerine oturdu.

Bir şeyin sesi, bir şeyin varlığı, bu karanlık tünelde yankılanırken, çığlıklar daha da büyüdü. Gözlerim, geceyi hissedebiliyordu, ama sadece gözlerim değil, her şeyim -karanlık, soğuk ve bir şeyin yaklaşması. Beynimde patlayan sesler, görüntüyü daha da bulanıklaştırıyor. Havanın o tuhaf nemi, ellerimle hissettiğim o sıkı baskı, vücudumda ağırlaşan şey. Hızla geçen zamanın kalıntısı. Her şey yavaşça, derin derin soluyor… Hissediyorum. Kafamda bir başka ses daha. Bir gülüş.

Sonra bir bir patlama daha. BAM! Bir başka şok. BAM! Üç kez daha Bam! Bam! Bam! Her şey yerle bir, her şeyin sona yaklaştığı o an. Yavaşça döndüm. Adımlarım, içimden birilerine bağırma isteğiyle atılıyor ama susuyorum. Kimse yok. Bir adım daha. Valizim elimde, ağırlaşan yük. Bir yavaşlama, bekleyiş. Gözlerim, tünelin sonundaki ışığa kilitlendi. Işık, yalnızca bir varlık gibi beni izliyor. O an ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Her şey sıfırlanmış sanki. Hızla yaklaşıyorum; bir anda duraklıyorum. Bir an… Zihnimde aniden yankılanan çığlık. Sesin içimdeki yankıları kulaklarımda. Ne oluyor? Ne yapacağım? Belki de hiç bilemeyeceğim. Birkaç saniye daha. Adımlarım ağır, hızlanmak zorundayım. Bir şey var. Bir şey yaklaşıyor.

Ve sonra…

Boğaz, bir kadının yarılan derisi gibi. Yavaşça, bir kırılma sesiyle. İlk başta hiçbir şey fark etmedim, sonra zemin titredi, sarsıldı. Bir çatlak, bir yara gibi, denizin tam ortasında beliriverdi. Sanki bir el, koca bir denizi, o mavi derinliği açık bir yara gibi yırtmaya başladı. O an, her şey durdu. Havadaki tuz  kesildi, rüzgar yerini garip bir sessizliğe bıraktı. Bir arı vızıltısı, her şeyin çığlık gibi hissedildiği o an, içinde bir yırtık, bir şey bir anda açıldı, genişledi, boşaldı. Ve sonra daha şiddetli bir ses.

Bir kükreme.
İçimi ürperten, her şeyi yerle bir eden. 
Dev bir gemi gibi yükseldi suyun altından metro hattı, yüzeye çıktı. Koca taş duvarları yavaşça, ağır ağır yüzeye doğru çıkarken, eski beton, kaygan metal sesleriyle birlikte her şeyin bükülüşünü duyuyordum. Devasa yapıyı taşıyan taşlar, denizin derinliklerinden ağır ağır yükseliyordu. Boğaz kanayan yaralı bir yer gibi, yavaşça kabarmaya başladı. Her şeyin yükü, katılaştığı zamanın bozulduğu bu anda, o şeyin tam içinde, o yarı açılmış Boğaz’dan fırlayan her şey birlikte hareket ediyordu. Akıyorduk boğazın ortasında.
Su, bir zamanların İstanbul’a sahip olduğu o kararmış geceyi aydınlatmaya başlıyor. Metro suyu yararak ilerliyor, her kat edişte Boğaz’ı parçalayarak ilerliyordu. Taşların, çeliklerin, makinelerin ve zamanın bir araya geldiği bu büyük kayıtsızlık içinde, zaman, her saniye kayboluyor.

İnsanlar sokaklarda donakalmıştı. Bir an, görmek için yüzümü metronun camına yapıştırıp kıyıdan bize bakan insanlara dikkat kesildim. Zamanın bu hızda kaybolduğu, her şeyin dev bir girdaba dönüştüğü anı izledim. O gemi metro ya da ne olduğunu hala anlayamadığım o yapının, her an suyun içinde beyaz bir hayalet gibi yavaşça kaymaya başlaması… Ben o an, suyun kaybolan yüzeyini izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Zihnim karmakarışık. Boğaz, bütün varlıkları hissettirerek, bir fırtına gibi ilerliyordu.

Her şeyin silindiği an, boğazın kalbinin atışı. Ama neydi? Bir canavar mı; yoksa Boğaz’ı yırtan bir yaratık mı?

Derken bir adam gördüm koridorda kalabalığa doğru ilerlerken tutuyor tavandaki demirleri, yalpalayıp yürüyor fakat emin.

Adam, uzun boylu ve kemik. Omuzları geniş, omurgası sanki bu dünyadan bir adım geride hafifçe kambur. Boyu, görünenden çok daha uzun yakınlaştıkça, etrafındaki her şeyi altından bir bakışla süzüyor. Yavaş adımlarla yürürken, görüntüsüne saran soğuk havanın içinde bir gölge gibi kayıyordu. Ceketinin rengi ne tam siyah ne de tam kahverengi, daha çok acı bir grilik ve deri tonunda bir şey; zamanla, yılların ona kattığı sarmal dokularla birlikte, bütünlüğü bir arıza gibi duruyor.

Deri pardösüsü ayak bileklerine kadar iniyor, her adımda biraz daha eski ve biraz daha yıpranmış. Pardösünün yakanın ucu kolayca hareket edebilecekmiş gibi gevşek, hafifçe savruluyor. Pardösü, zamanın onu bileyen elleriyle şekillendirdiği bir eski zaman giysisi, sıkı bir dikiş izinden geçip geçmişteki yaraların hâlâ var olduğu bir öykü anlatıyor. Adamın içindeki dünya onun dışındaki her şeyle uyumsuz, tıpkı eski bir şairin unutulmuş bir şiiriyle gizlenmiş zamanın arası gibi.

Adamın yüzü sert, sürekli bir soğukla kavrulmuş, derisi parlak ve gergin, gözlerinin altındaki çizgiler derinleşmiş, keskin hatla. Kaşları, taş gibi sert ve bakışları, içindeki bir bilinçsizlik ile karışmış hüzünlü bir boşluğa takılıp kalıyordu. Gözleri mesafeyle her şeyin arkasında derin bir boşluğa odaklanmış, sanki bir şeyleri izliyor. O bakışlar, arada bir silikleşen, unutulmuş bir şehrin harfleri gibi bulanık sonra tekrar net, ama hep derin, hiçbir yere ait olmayan bir bakış.

Ellerine geldiğinde, onlarda bir başka hikaye. Büyük, kemikli ve uzun parmaklar. Avuçları geniş, parmakları zarif, bir sanatçının ince dokunuşları her şeyi şekillendirebilir, güçlü ama narin yapıya sahip. Her parmağı sükûnetle hareket ediyor, neredeyse her anının farkında. Bazen elleri cebinde kaybolur gibi gözükse de, her biri kendi başına bir hareketin, bir düşüncenin uzantısı. Ellerinin üstü, hayatın kendisi gibi kuru ve solgun; belki de bir zamandır unutulmuş olan bir şeyi tutmaktan, sarmaktan, ya da bir şeylere dokunmaktan mahrum kalmışlardı. Avuçlarının içinde, neredeyse görünmeyen çizgiler var; o çizgiler, yıllarca biriktirdiği gizli anıların izleri.

Adamın duruşu, sanki zamanla yarışan bir avcı gibi, bir adım ileriye gitmeden önce gizli bir hesaplaşma yapıyormuş gibi titreyerek hareket ediyor. Bacakları uzun, ancak adımlarını ne bir hızla ne de yavaşça atıyor. Her adımı, sanki bir dünyayı sabırla çözmek için atılıyor. Kolları, pardösüsünün içinde kaybolmuş gibi; ama yine de her biri, adeta bir biçimin, bir yapının, bir sıranın izini taşıyor. Duruşu, her zaman bir bekleyişi yansıtan, fakat sanki her an patlamaya hazır bir gerilimle dolu. Adamın varlığı aynı zamanda korkutucu bir huzur da taşıyor, etrafındaki boşluğu bir şekilde içine çekiyor gibi. Bir varlık gibi, görünmeyen bir şeye dokunmaya çalışıyor, kimse bilmiyor onun neyi aradığını. Sadece gizliden bir hayalet gibi ilerliyor, etrafındaki dünyadan hep bir adım ilerisinde. Yeryüzü ona biraz kısa kalmış.  Kemikleri ince ve uzun, neredeyse kolları ve bacakları, onunla birleşmiş bir halat gibi. Ellerine bakıyorum, çok uzun, parmaklar birer demir gibi, kemikleri neredeyse gözle görülebilecek kadar belirgin. Gri bir ışık altında, ellerinin her bir çizgisi, bir şehri, bir hayatı ya da belki kaybolan bir zamanı anlatıyor gibi. O eller, bir şeyi sarmaktan daha çok, bir şeyi sıkıca tutmak için var gibi. Ne tutuyor, bilmiyorum. Bazen ellerini bir araya getiriyor ve neredeyse bir şeyler kayboluyor o an.

İnsanları izliyor. Ama izlediği kimseyi görmüyor. Kimse onun yanında duramıyor. Kimse ona yaklaşamıyor. Çünkü onun içinde bir ses var.

Ayakları, tam anlamıyla bu dünyaya bağlı, adımların her biri, her zaman başka bir evrende atılıyor. Toprağa bağlanan parmakları, her an yer değiştirecekmiş gibi titriyor,  yerle gök arasında bir köprü oluşturuyor. Sırtındaki gölgesi, ona hep daha fazla yer açan, daha fazla alan bırakan büyük bir yılan olmuş kayıyor, yılanın derisi ona ait değil. Homeros’un kanını içmiş, onun içinde tarihin en eski efsanelerinin ruhu var. Savaşların, kahramanlıkların ve kaybolmuş destanların tüm gücü onun etrafında dönüyor. Fiziksel varlığı, insan formundan daha fazla bir şey; her hareketi, her adımı bir tarih yazıyor. Kelimeler avucunda kayıyor Boğaz’da zaman, kelimeler ve adam.

Yüzü, yarım bir kayıp gibi, sanki her zaman kaybolan bir şeyin izini taşır. Bir bakış, geçmişin tüm harfleri gibi derin, daha önce gördüğün her bakış bir anda yok olur.  Hiç tanımadığın ama bir o kadar da tanıdık bir boşluk. Gözleri, Homeros’un zamanından kalmış gibi, bir efsanenin içinden çıkıp gelmiş bir varlığın ifadesini. Bir başka çağdan, bir başka zamandan her hareketi, zamanı büküyor.

Onda bir şey vardı. Sadece bir beden değil, bir çağın içinde yaşanmış olan tüm kaderlerin derinliklerinden beslenen bir gücün izlerini taşıyordu. Her adımında bir kıyamet, her hareketi bir son, ama aynı zamanda her sonun içinde bir yeni başlangıç. Sonsuzluğa doğru ilerliyor ve başlıyor; Belkıs’ın sarayına giren Süleyman gibi.

Bana bak hemşerim bu otobüs ceset kokuyor

Telefonum geldi yine bu işle siz ilgilenin

Ben imza veriyorum ama emirler aldım başıma

İhbar edin ifade verin eserse aklınıza şikayete gidin

Kestirin biletleri ben ardınızdan hemen geleceğim

Ama herşeyin başı azıcık da ceket giyin

Çevirin sayfaları dönedursun turnikeler

Bana bu arada bir de cevap vermeniz gerekir ya

Anneniz ölmüş siz hâlâ bilet soruyorsunuz

 

Anneniz sizi çok severdi görüyorsunuz nasıl

Nasıl da kıpır kıpır şu kadının kulakları

Anneniz mi demiştim kulağından neydi rahatsızlığı

Ne dedim ki ben işte ne diye gülümsemiyorsunuz

Ne diyorsunuz peki size nasıl güvenebilirim

Biliyorsunuz Filozof dermiş ki tilmizlerine evlenin

Güvenle evlenin süslüyse eşiniz ister sevin

İsterse de bir somurtuk mevsimin kulak verin sesine

Neylesek bir alış alışma erkekler kurbandır kadınlar kuma

 

Gitmedi hoşuma kimseyi bırakamam ya boşlukta

Boşlukta bir dünya var ve herkes de onun varıyor kuşkusuna

Şimdi şöyle madem durmadan sekans atlayacağız

Güzel bir dalgınlık eyleyelim bütün şehir konuşsun

Dokuzdan beşe kadar olan bütün duruşmalarda ve vardiya başlarında

Haber salalım tüm yoksullara

Üç gün ağlasınlar oruç da tutulsun

Uykusuz kalıp kalıp saldırsınlar sonra o dolgun yataklara

Biz o doyulmaz çarşılarda doygun burjuvaları da

Korkunç sakarlığımıza bulayalım o koca camlar insin

İnilsin merdivenden güpgündüz bir zemine değilsin

Kurtaralım akrebi zemberekten

Yelkovan kovsun ona sokulan bıçakları da

 

Gör ey beni benim en sabahçı düşmanlarım

Böyle nasıl horluyor çimdikliyor koşunun daha başında

Oysa bir çayır nasıl su verirken söğüde söğülmezse uykusunda

Koşuşurduk sen vardın

Sen yardın hayatta o kuşu arayanlara

Duy beni böyle nasıl arkalayıp konuşturur gene odur

O kumral sorumsuz suçlu yoksul öç duygusu

O susan surat asan suçlayan korkusuz sorgucu

Etiketler
Ayşegül Örün hikaye öykü Serpent Fıstıkağacı Boğaziçi Üsküdar