Kendime küçük bir şehir aldım


Böylelikle Teksas’ta Galveston isminde küçük bir şehir satın aldım. Ve burada yaşayanlara, kimsenin şehirden taşınması gerekmediğini, sakin olmalarını, sonuç olarak hayatlarının bir gecede değişmeyeceğini söyledim. Hem memnun oldular hem de benden kuşku duydular. Pamuk depoları, balık pazarları ve özgür dünyaya petrol ihraç edebileceğimiz her tür tesisin bulunduğu limana yürüdüm ve düşündüm: Burada birkaç elma ağacı olsa, güzel olmaz mıydı? Sonra orta yerinde 40 fit yüksekliğinde, kocaman palmiye ağaçlarının olduğu, iki yanında ise zakkumların yer aldığı geniş bulvara çıktım.  Yolun her iki tarafında görkemli evler vardı, daha çok camiye benzeyen büyük bir Katolik Kilisesi, Piskoposluk Sarayı ve Shriners Mason Locası’nın bir arada olduğu kırmızı tuğlalı yapılarla dolu bir yolun sonu geniş Meksika körfezine çıkıyordu. Bu güzel, küçük şehir bana ne kadar da yakıştı diye düşündüm.  

Bana çok yakışıyordu yakışmasına ancak yine de onu değiştirmeye başladım. Ama yavaş yavaş… Önce I caddesindeki bazı insanlardan evlerini boşaltmalarını istedim ve sonra da bu evleri yıktım.  Onları sahildeki şehrin en güzeli olan Galvez Otel’e yerleştirdim ve hepsinin en iyi manzaralı odalarda kalmalarını sağladım. Ah böyle bir imkana daha önce asla sahip olamamışlardı çünkü paraları yoktu. Haliyle çok sevindiler. Evleri yıktıktan sonra açılan boş arsaya bir park yaptım. İçine güzel yeşil demir banklar ve küçük bir çeşme koyduk. Bunların hepsi standart park malzemeleriydi zaten, çok da yaratıcı bir şeyler yapmaya çalışmamıştık.

Mutluydum. Yıktığımız bloğun çevresindeki diğer dört blokta yaşayan insanlar, daha önce sahip olmadıkları bir şeye yani bir parka sahipti artık. İçinde zaman geçirebilirler ve bir şeyler yapabilirlerdi. Gidip onların orada oturmalarını izledim. Orada bongo denen bir davul çalan siyahi bir adam vardı.  Bongo davullardan nefret ederim. Ona bu lanet olası davulu çalmayı bırakmasını söylemeye başlayacaktım ki, sonra kendi kendime düşündüm: Yo hayır bu doğru değil, dedim. Eğer hoşuna gidiyorsa, bırak bu lanet olası bongo davulu çalmaya devam etsin. Bu benim de taraftarı olduğum o demokrasi sefaletinin bir kuralıydı ne de olsa. Ardından yerlerinden ettiğim insanlar için yeni konutlar inşa etme fikri üzerine düşünmeye başladım. Sonsuza kadar o lüks otelde kalacak halleri yoktu herhalde. 

Ancak çok da yaratıcı olmaması gerektiği dışında yeni inşa edeceğim konutlar hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden yerinden ettiğim insanlardan birisiyle, Mechanic caddesindeki tütün toptancısında çalışan Bill Caulfiedl isminde bir adamla konuştum. Ve ona sordum:

“Peki nasıl bir yerde yaşamak istersin?”

“Eh,” dedi, “Çok büyük olmasına gerek yok.”

“Hı, hı…”

“Belki üç tarafında bir veranda olabilir. Böyle oturup dışarıyı seyredebiliriz. Ya da belki perdeli bir sundurma…”

“Neyi izleyeceksin ki?”

“Belki ağaçları ya da bilirsin işte çimleri falan.”

“Demek evin etrafında biraz toprak olsun istiyorsun.”

“Ah evet, bu güzel olurdu doğrusu.”

“Ne kadar toprağa ihtiyacın var?”

“Çok olmasına gerek yok.”

“Ama problem şu ki, belli miktarda bir toprak var ve herkes aynı ânda ona bakmak isteyecek ama aynı zamanda komşularla da yüzyüze gelmek istemeyecek. Mahremiyetten bahsediyorum, mesele bu.”

“Evet,” dedi, “Biraz mahremiyet istiyorum elbette.”

“Pekala,” dedim, “Eline bir kalem al da neler yapabiliriz bir bakalım.”

Bakmamız gereken şeye bakmaya başladık ama durum çok zordu. Çünkü bir şeye baktığınız zaman, tek bir şeye bakmakla yetinmek istemez, bakışınızı değiştirebilmek istersiniz. Aynı anda, en azından 3-4 şeye bakabilmeyi tercih edersiniz. Ancak Bill Caulfield bu meseleyi çözdü. Bana bir kutu gösterdi. Kutuyu açtığımda, içinde Mona Lisa resmi olan bir yapboz olduğunu gördüm. 

“Buraya bakın,” dedi, “Her bir toprak parçasını bu yapbozun bir parçası gibi hayal edin. Her mülkün sınırı, yapbozun parçasının ana hatlarını temsil edecek. Anladınız, değil mi? QED’nin de yazdığı bu zaten.”

“İyi, tamam da,” dedim, “Millet arabasını nereye park edecek?”

“Büyük yeraltı otoparkına,” diye cevap verdi. 

“Evet ama ev sahipleri kendi evlerine nasıl girecek?”

“Evler arasında çifte ağaç sıraları yer alacak ve muhtemelen begonyalarla süslenmiş güzel yürüş yollarıyla örtülecek,” dedi. 

“Ah, potansiyel gaspçı ve tecavüzler için pusuya yatacakları bir yer,” diye cevap verdim.

Caulfield:

“Bu olmayacak,” dedi. Çünkü zaten bütün şehri satın aldınız ve artık böyle insanların buralarda dolaşmasına izin vermiyorsunuz.

Doğruydu, bütün şehri satın aldığımı unutmuştum ve muhtemelen söylediklerini yapabilirdim. 

“Pekala,” dedim sonunda, “Hadi bir deneyelim bakalım. Tek hoşlanmadığım nokta, içinde biraz hayal gücü var gibi görünmesi.”

“Potansiyel soyguncular ve tecavüzcüler için bir pusu yolu,” diye işaret ettim. Caulfield, “Böyle biri olmayacak,” dedi, “çünkü tüm şehrimizi satın aldınız ve artık o sınıftan insanların burada takılmasına izin vermiyorsunuz.”

Yaptık ve kötü giden bir şey olmadı. Tek bir şikayet aldık. Bir gün A. G. Bartie isminde bir adam beni görmeye geldi. Ve, “Dinle,” dedi gözleri parlayarak ya da gözleri alev alev yanıyordu, anlayamamıştım. Bulutlu bir gündü. 

“Devasa bir yapbozun içinde yaşıyormuş gibi hissediyorum,” diye konuşmaya başladı. 

Haklıydı. Havadan bakıldığında, devasa bir Mona Lisa reprodüksiyonunun ortasında yaşıyormuş gibi görünüyordu. Ama bu konuyu geçiştirmenin daha iyi olacağını düşündüm. Ona, mülkünü 60x100 fitlik standart arsa ölçülerine göre ayırması için izin verdik, daha sonra başka insanlar da bunu yaptı, bazıları dikdörtgenleri seviyordu sanırım. Bu konseptimizi geliştirdiğimizi söylememe izin verin. Shady Oaks’ta yürürken, ara sıra bir dikdörtgenle karşılaşırsanız, ki biz yine de bunu çok yaratıcı bir gelişme olarak adladırmak istemedik, bu sizi şaşırtabilir. Güzel olmuştu.

Kendi kendime söyleniyordum: “Küçük bir şehrim var benim; ne hoş değil mi?”  

Şimdiye kadar sahip olduğum bu mülkiyeti hafife almıştım ve kibarca söylemem gerekirse, yeterince eğlenip eğlenmediğimi merak ediyordum (Ayrıca ağır bir bedel ödemiştim, neredeyse servetimin yarısı.) Neyse sokağa çıktım ve 6000 köpek vurdum. Yaptığım iş, bana büyük bir mutluluk verdi. Ayrıca bunun şehri daha iyice doğru ne kadar geliştirdiğini tahmin bile edemezsiniz. Şimdi elimizde 89.000 insan nüfusuna karşı 165.000’lik bir köpek nüfusu kalmıştı. Sonra Galveston News gazetesine gittim ve kendimi yüceliğinden sual olunmaz Tanrı'nın yeryüzüne yerleştirdiği en aşağılık yaratık olarak suçlayan bir başyazı yazdım. Bizler yani bu topluluğun vatandaşları, hangi ırktan veya inançtan olursak olalım özgür Amerikalılar iken, böylesi aşağılık bir adamı nasıl içimizde barındıracaktık? vs vs… Bunu şehir haberleri masasına verdim ve ilk sayfada on dört punto olarak, çerçeveli bir şekilde yayınlanmasını istediğimi söyledim. Bunu, kendileri yapmaya cesaret edemeyebilirler diye yapmıştım. Ve ayrıca pek çok açıdan hayran olduğum Orson Welles de, kendi karısının korkunç şarkı söylediğini itiraf edebilmişti. 

Sonra köpeğini vurduğum adamlardan birisi beni görmeye geldi. 

“Butch'u vurdun,” dedi. 

“Butch mı? Butch hangisiydi?”

“Kulakların birisi kahverengi, birisi beyazdı. Çok arkadaş canlısıydı.”

“Bayım,” dedim, “Az önce 6000 tane köpek vurdum. Benden Butch’u hatırlamamı nasıl beklersiniz?”

“Butch, Nancy ile sahip olduğumuz tek şeydi,” dedi, “Çocuğumuz olmadı.”

“Bu durum için üzgünüm,” dedim, “Ama bu şehrin sahibi benim.”

“Bunu biliyorum,” dedi. 

“Şehrin tek sahibi benim ve tüm kuralları ben koyarım.”

“Evet bana söylediler,” dedi.

“Butch için üzgünüm ama büyük kampanyaya tesadüf etti. Ona tasma takmalıydın.”

“İnkar etmiyorum,” dedi. 

“Onu evin içinde tutmalıydın.”

“Bazen dışarı çıkmak zorunda kalan zavallı bir hayvandı.”

“Yani sokaklarda kötü bir iş karıştırmıyor muydu?”

“Pekala,” dedi, “Ben sadece sana bu sorun karşısında nasıl hissettiğimi söylemek istedim.”

“Bana bunu tam olarak söylemedin,” dedim, “Nasıl hissediyorsun?”

“Şu anda kafanı kırmak istiyorum,” dedi ve bunun için yanında getirdiği kısa bir boruyu gösterdi. 

“Ah, bunu yaparsan başını çok belaya sokacaksın elbette,” dedim. 

“Bunun farkındayım.”

“Bu sana kendini daha iyi hissettirebilir ama hapishanenin, yargıcın, polisin ve Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği'nin yerel şubesinin de sahibi benim. Hepsi benim. Sana ceza verebilirim.” 

“Bunu yapmazsın.”

“Daha kötüsünü yaptığım olmuştu.”

“Sen kötü kalpli bir adamsın,” dedi, “Sanırım bütün mesela bu. Cehennemde, sonsuz alevlerin ortasında yanacaksın ve hiçbir yerden merhamet ya da en ufak serinletici cereyan bulamayacaksın.” 

Bunları söyledikten sonra mutlu şekilde yanımdan ayrıldı. Bu eğer aramızdaki meseleyi çözecekse, onun gözünde kötü kalpli bir adam olarak kaldığım içim için mutluydum. Elinde kötü bir pipo vardı ve ben bu oyunda hâlâ onun 6000 köpek önündeydim. Nihayetinde çok ama çok güzel küçük bir şehrin sahibiydim. Ve kariyerimi, Louisiana'nın eski valisi merhum Huey P. Long gibi noktalamamı sağlayacak herhangi bir yenilik falan düşündüğüm de yoktu. 

Ancak sorun şu ki, Sam Hong’un karısına aşık olmuştum. Tremont sokağındaki dükkanlarına gitmiştim. Oryantal eşyalar, kağıt fenerler, ucuz porselenler, bambu kuş kafesleri, hasır tabureler ve buna benzer şeyler satıyorlardı. Benden daha gençti ve ilk kez bir kadının yüzünde böylesi bir masumiyet görüyordum. İnanılmazdı. Gördüğüm en iyi yüzdü.

“Bunu yapamam,” dedi, “Çünkü Sam’le evliyim.”

“Sam?”

Zeki görünümlü, genç bir Çinli adamın olduğu kasayı işaret etti, adam bana hiç de dostça olmayan bir tavırla, o zeki bakışlarıyla baktı.

“Ah, doğrusu bu iç karartıcı bir haber,” dedim, “Söyle bana, beni seviyor musun?”

“Biraz,” dedi.

“Ama Sam akıllı ve kibar birisi ve  bizim çok güzel  bir çocuğumuz. Diğeri de yolda…”

Hamile gibi durmuyordu ama yine de onu tebrik ettim. Ardından sokağa çıktım, bir polis memuru buldum ve onu bana bir kova Colonel Sanders Kentucky Fried Chicken alması için H caddesine gönderdim. Ekstra çıtır olmasını istemiştim ve bunu sadece bayağılık olsun diye yapmıştım. Aşağılanmıştı ama başka seçeneği yoktu . Düşündüm:

Küçük bir şehrim var

Nasıl da korkunç güzel…

İnsanlara yardım edemem

Onlara zarar verebilirim

Onların köpeklerini vurur

Ortalığı karıştırırım

Yaratıcı olmak

Ağaç dikmek

Ve onları rahat bırakmak mı en doğrusu?

Kim karar veriyor ki?

Sam’in karısı, Sam’in karısıdır ve açgözlünün tekidir

Bu hiç de hoş değil…

 

Neyse Colonel Sanders Kentucky Fried Chicken’ımı çok çıtır bir halde yedim ve Teksas’ta sahip olduğum Galveston şehrinin hisselerini geri sattım. Bu anlaşma üzerine bir bardak soğuk su içtiğim inkar edilemez bir gerçekti. Ama birçok şey öğrenmiştim. Tanrıcılık oynama! Birçok başka insan bunu zaten biliyordu. Başka bir sürü insanın benden daha zeki olduklarından, işleri benden daha hızlı hallettiklerinden, istatistiksel normlara sahip zarif insanlar olduğundan bir ân olsun şüphe duymamıştım. Her ne kadar kendimi sakınmaya çalışsam da, muhtemelen yaratıcı davrandığım için hata yapmıştım. Çok az şey yapmama rağmen olabildiğince engelle karşılaşmıştım. Tanrı her gün benim koca bir şehirden yaptığımdan daha kötüsünü küçük bir ailede yapabiliyordu. Ama benden daha iyi bir hayalgücü vardı. Mesela ben hala Sam Hong’un karısına göz dikiyordum. 

Tanrı her gün, küçük bir ailede, herhangi bir ailede benim bütün şehirde yaptığımdan çok daha kötü şeyler yapıyor. Ama benden daha iyi bir hayalgücü var. Mesela ben hâlâ Sam Hong'un karısına göz dikiyorum. Bu bir işkence. O, Sam Hong’un karısı ve muhtemelen sonsuza kadar da öyle kalacak. Tıpkı diş çektirmek gibi, bütün sene aynı dişi. Bu, Tanrı’nın hayalgücünün bir örneği. 

O çok güçlü. Peki sonra ne oldu? Olan şuydu ki, servetimin diğer yarısını alıp Teksas, Galena Park’a gittim ve orada dikkat çekmeden yaşamaya başladım. Benden okul yönetimine aday olmamı istediklerinde ise dedim ki, “Ah hayır, benim hiç çocuğum yok.”


İngilizceden çeviren Peren Birsaygılı Mut

Etiketler
Donald Barthelme Kendime Küçük Bir Şehir Aldım Perşembe Öyküleri Peren Birsaygılı Mut I Bought A Little City