Büşra Kayıkçı heyhat!
Büşra Kayıkçı’yı fark ettiğimden beri neredeyse her işini takip ediyorum, her şarkısını dinliyorum. Konuya sosyal bakımdan dikkat kesilmemse bundan iki üç sene kadar önce birtakım Sindirella’nın ablaları kılıklı aptal ve cahil insanların homurtularını işitmem üzerine oldu. Ne münasebet caz festivalinde çalıyormuş, CSO açılışında ne işi varmış filan.
Tepkilerin önemli kısmı muhatap alamayacağımız seviyede ideolojik bir müsamereden ibaret olduğu için söyleyecek çok şey bulamıyorum ama çok uzun zamandır ertelediğim bir şeye nihayet karar verdim, Kayıkçı’nın aslında caz sanatçısı olmadığı itirazı üzerinden iki kelam edelim diye yazının başına oturdum.
Bir kere baştan fikrimi söyleyeyim: Evet, Büşra Kayıkçı tanımlı çerçeve içinde caz sanatçısı değil; ancak dünyadaki caz festivallerinin programına şöyle bir göz atarsanız benzer yüzlerce örnekle karşılaşırsınız. Askeri bando değil yani bu. İlla yönetmeliğe uyulacak, yasaya aykırı olmayan notalar tercih edilecek, tüzüğe aykırı arpejler bestelerden çıkarılacak diye bir şey yok. Cahil cahil konuşmalar işte. Geçtim.
Bu bahaneyle sizinle bu ilham veren genç sanatçı üzerine aldığım bazı notları paylaşmak istiyorum. Büşra Kayıkçı kendi yaptığı müziği çoğunlukla neoklasik, yer yer de minimalist diye adlandırıyor. Bu türlerin beynelminel örnekleriyle mukayese ettiğimizde tanımın tutarlı bir tarafı olduğu doğru. Kayıkçı’nın eserlerinde modernist tekrarlar, nota, tema, motif ekonomisi, gösterişli atmosferden ve israftan uzak bir sadelik arayışı minimalist kelimesinin sözlük anlamı gibi nerdeyse. Öte yandan bu müziği neoklasik diye nitelendirmek bir temenni veya bir gün ulaşılacak bir hedef gibi. Çünkü neoklasik bir tarz için sanki en azından biraz senfonik bir altyapı, teknik olarak bildiğimiz orkestral kalabalık olmasa da klasik formlarla rabıta içinde bir çağrışım yaratacak türde bir çeşitlilik ya da klasik tansiyonu çağıran bir al ver, bir şey gerekiyor. Belki de aslında, ben neoklasik müzik yapmak istiyorum, bunlar da işte ilk adımlar, filan gibi bir şeyler demiştir de ben yanlış anlamışımdır. Olabilir.
Büşra Kayıkçı film müzikleri yapmayı planlıyormuş. O istikamette ilerleyeceğini söylüyor. İsabet olur. Çünkü sanatçı buradan ya Nordik caz gibi daha deneysel ve dar bir yola girecek ya da film müzikleri, ticari projeler gibi daha profesyonel işler üreten bir tarz tutturacak. Tam da burada karar vermesi gerekiyor. Kişisel olarak Kayıkçı’nın takip ettiği bilindik ve konforlu güzergahtan çıkıp çalılıkların, dikenli tellerin arasına girmesini, orada özgün ve sübjektif bir yol bulmasını tercih ederdim ama seçim yapacak olan ben değilim elbette.
Ben olsam arkama bir perküsyon bir de bas alıp Türk motiflerini de mutlaka istimal edecek bir devrimci yol tuttururdum. Bekara karı boşamak kolay diyeceksiniz. Haklısınız. Ayrıca bu arada böyle sanki benim söylediğim seçenek daha doğru, daha erdemli veya daha klas bir tercihtir demişim gibi oldu; kesinlikle öyle değil. Sadece kişisel zevklerle alakalı bir yorum benimkisi. Yoksa yerli bile olmasa bir Max Richter’e ya da Hans Zimmer’e daha kesinlikle itirazım olmaz. Kaldı ki Büşra Kayıkçı sadece yerli ve milli de değil. Üstüne bir de bu kız her başarısında sevmediğim ne kadar cahiliye dönemi ebleh varsa, hiç öyle bir maksadı olmadığı halde, teker teker hoplatıyor. Daha ne olsun.
Son olarak bir beklentimi not etmek istiyorum. Sanatçıyı daha çok kendi besteleriyle ve –nedense- beklenmedik şekilde tırmanan uluslararası kariyeriyle tanıyoruz. Ben Büşra Kayıkçı’nın virtüözitesinin de yine şaşırtıcı şekilde özgün ve iddialı olacağını, daha doğrusu olduğunu düşünüyorum. Keşke hem de hatta en serbest, özgür yorumlarla Chopin, Stravinsky, Rachmaninoff filan çalsa da dinlesek.
Neyse gevezeliği bırakıp size tabii daha önce dinlememiş olanlarınıza bu son yılların en hoş sürprizi olan zarif sanatçımızın beni en çok etkileyen eserlerinden birkaçını önereyim. Bir kere “Madde 42” sadece müzikalitesiyle değil görselliği, performans niteliği ve hikayesiyle de çok etkileyici bir eser. “Falad,” “Yol,” “Qarib,” “Kuledibi No. 1,” “Doğum,” “Melez Lavanta” ile başlayın; sonra zaten kıyıda köşede kalmış canlı performanslara kadar bulup dinleyeceğinizden eminim.
Bu konuya girmeye karar verince mecburen yine çalma listelerimize ekledik ve sonuç olarak kaç gündür Büşra Kayıkçı’nın şair Furkan Çalışkan’la birlikte düzenledikleri “Tuna”dan çıkamıyorum. Bu arada birazcık modernist depresyonun kimseye bir zararı olmaz diyordum ama bu yazıyı cayır cayır Ağustosta Ankara’da yazdığımı göz önünde bulundurursak ilm-i psikiyatrinin çok tensip etmeyeceği sularda yüzdüğümüz kesin. Çivi çiviyi gerçekten de söküyordur inşallah. Neyse artık amaan.