Portakalın buğusu değil fiyatı: Magarsus
Şehir dizileri yapı itibariyle büyük bir potansiyel taşır. Şehir filmleri de diyebilirdim ama filmler süre itibariyle işaret edeceğim potansiyeli taşımak için yeterli gelmeyebiliyor çoğunlukla, o yüzden büyük ölçüde diziler üzerinden konuşuyorum. Şehir dizisi derken buna her türlü şehir dizisini dahil ediyorum, süper kahraman dizileri dahil. Çünkü Amerikan süper kahramanları zaten her zaman belli bir şehrin kahramanıdır. Böyle olunca kurgu boyunca şehrin çeşitli boyutları farklı gerilim hatlarında birbirleri ile ilişkili olarak ele alınmak durumundadır. Süper kahraman dizilerinde bu hatlar büyük ölçüde yönetim, sanayi ve suç hattında belirir ama dizinin yapısı gereği suç öğesi dışında bunların derinlemesine ele alınmasını beklemek zordur.
Şehir dizisi olmasa da benzeri bir katmanlılığı uzay maceralarında da bulmak mümkün. Bunlar da alternatif bir dünya yaratma peşinde olduklarından yine çeşitli hatlarla kurguyu genişletmek durumundadır. Bunun en güçlü örneği Battlestar Galactica’dır (2004-2009). Dizide kara borsadan hükümet darbesine, terörizmden sınıf çatışmasına, kültürel gerilimlerden gazeteciliğe çok çeşitli katmanlar arasında gezmek mümkün. Battlestar, bir uzay gemisi etrafında bu örgüyü gerçekleştirdiği için bir şehir dizisi ile örtüşmeye daha müsaittir denebilir, ama uzayın genişliği ölçüsünde uzay macerası kurguları daha ziyade imparatorluğun katmanlarını vermeye daha meyillidir. Fakat burada alan çok genişlediği için katmanların işlenişi ister istemez zayıflar.
Bunun bir istisnası The Expanse dizisi (2015-2022) olabilir ki, o da zaten güneş sistemi ile sınırı koyup bildiğimiz dünya üzerinden hareket ettiği için bunu başarıyor. Bu tarz dizilerdeki katmanlılığa rağmen ortaya çıkabilecek bir sorun hikayenin alegorik olarak inşa edilmesidir. Yani bir şekilde içinde yaşadığımız meselelerin temsilleri üzerinden hareketle yetinmek. Hikaye bununla yetindiği sürece soyutlaşır, oysa hikaye her zaman somuta ve bireye indiği sürece başarılıdır. Yine mesela ulusal siyaset bazlı dizilerde (House of Cards gibi [2013-2018]) bu sefer yine alanın genişliği ister istemez üst katmanlardaki siyaseti merkeze almayı beraberinde getirdiğinden sıradan insan ortadan kaybolur. Kısaca söylemek gerekirse, şehrin kendisi hem toplumsal hayatın katmanlılığını sunacak hem de bunu somut ve yeterli derinlik ile verebilecek optimum bir zemin sunar.
Konuyu çok dağıttım ama biraz katmanlılık meselesine işaret etmekti amacım. Şimdi biraz daha dağıtayım. Magarsus’a geleceğim, ama ondan önce şehir dizisi deniyorsa ve bu dizide katmanlı bir somutluk aranıyorsa akla gelecek ilk dizinin The Wire (2002-2008) olduğunu söylemek gerekiyor. The Wire beş sezonda politika, suç, liman işletmesi, eğitim ve gazetecilik başlıkları altında Baltimore’un haleti ruhiyesini önümüze serer. Yine The Wire’ın yapımcısının bir ürünü olan Treme (2010-2013), Katrina kasırgası sonrasında bir şehri yine müzik, yönetim, insanların psikolojisi gibi farklı boyutlar altında ele alır. Farklı bir örnek ER (1994-2009) olabilir, bu sefer bir hastane acil servisi merkezinde Chicago şehrini belli ölçüde izlemek mümkündür. Hastanenin diziye sunduğu avantaj, iyi işlendiği takdirde, bütün toplumsal meseleler için bir çekim yeri, düğüm noktası teşkil etmesidir. Velhasıl bu örnekler benim şehir dizisi derken neye işaret ettiğimi fazlasıyla ortaya koyuyor.
Profesyonel bir dizi izleyicisi olmadığımdan atladığım örnekler olabilir ama Türkiye’ye bakmak gerekirse şehir dizisi dendiğinde benim aklıma gelen ilk örnek Ayşe Kulin’in bir romanından çekilen Köprü’dür (2006-2008). Recep Yazıcıoğlu’nın biyografisinden hareketle bürokrasi, PKK sorunu, şehirdeki güç ve ekonomi ilişkileri, sıradan insanın bütün bunlar içindeki yeri başarılı bir şekilde portre edilmişti. Behzat Ç. de (2010+) yine Ankara merkezli olmak üzere başarılı bir şehir dizisi olmaya adaydı fakat dizi izlendiğinde zaman içinde şehir karakterinden uzaklaşıp hastalıklı bir çekişme hikayesine (Behzat ile Ercüment arasında) doğru evriltildiğini söylemek gerekiyor. (Köprü ve Behzat Ç.’de tesadüf olarak başrolde Erdal Beşikçioğlu var.) Son olarak belki burada Bir Zamanlar Çukurova dizisini (2018-2022) anmak gerekir ama onun da içinde barındırdığı Çukurova merkezli geniş bir hikaye anlatma potansiyelini yine bir çekişme hikayesi (Yılmaz ile Demir arasında) karşısında kaybettiğini söylemeliyim. (Diziler sonuçta benim beklentimi karşılayacak diye bir şey yok, ama şehir dizisi potansiyeli üzerinden bir yargılama yapıyorum burada. Magarsus için de aynı şey geçerli.)
Bir Zamanlar Çukurova’nın başaramadığını belli ölçüde Sarıbahçe adında hayali bir kasaba üzerinden Magarsus’un (2023; bolca küfür ve bazı müstehcen sahneler içeriyor) başardığını söylemek mümkün. Dizi portakalın fiyatlandırılması gerilimi ile açılıyor. 5 lira mı olacak 8 lira mı olacak. Bu tarz bir netliği, somut ilişkiyi bir dizide bulabilmek zordur. Üstelik dizinin özellikle ilk 3-4 bölümünde hikayenin bu gerilimin etrafına yerleştirildiğini de görebiliyoruz. Kasabayı ihya eden ama bir yönden de tekel kurup yöneten aile şirketi Kurak Tarım, ürünleri satmada elleri kolları bağlı olan çiftçiler, piyasaya girmek isteyen Amerikan şirketi Golden Orange, Amerikan şirketine köstek olan belediye, portakalların mumlanması yolu ile Kurak ailesinin limanını kullanmak isteyen uyuşturucu çetesi vs. Kadro geniştir, hikayede derinleşmek mümkün görünmektedir, alan müsaittir. Bu yapısal dağılımın altına bireylerin hikayeleri de dengeli bir şekilde yerleştirilmiş görünüyor. Ailenin eski kafalı otoriter babası Halil, şirketi modernleştirmek isteyen büyük kız Tansu, serseri kardeş Turgut, akraba olmasına rağmen ailenin yanında yanaşma pozisyonuna itilen Beton Salim ve diğerleri.
Öte yandan, dizinin bu vaatkar yapısına rağmen 4-5. bölümlerden itibaren bir dağılma sürecine girdiğini de görmek mümkün. Bu tarz bir şehir dizisinde katmanlardan söz ediyorsak eğer, bunların sakin bir şekilde derinlemesine işlenmesinin diziyi güçlendireceğinizi öngörebiliriz. Fakat Magarsus’ta ilk bölümlerdeki geniş yapı (ilk sezondan söz ediyorum), bir anda yüzeysel bir hale getirilip hikayenin uyuşturucu çetesi ile girilen bir çekişmeye daraltıldığını görüyoruz. Dizi aile içinde gerilimleri ve rol dağılımlarını başarılı bir şekilde verse de, örneğin çiftçileri ayrı bir bireysel hikaye olarak kurguya katmıyor. İlk bölümlerde belediye başkanı üzerinden gösterilen siyasetle olan ilişki bir anda görünmez oluyor. Portakal ihracatı ile uyuşturucu sevkiyatı üzerinden kurulan Hatay-Sarıbahçe-Lazkiye hattı diyelim ki Ankara’ya doğru genişlemiyor ama aslında şehrin sokaklarına da pek inmiyor. Bu haliyle Magarsus’un şehrin içinden ziyade çevresinde dolandığını söyleyebilirim.
Dizinin ilk sezonun ikinci kısmında dağılmaya başladığını, hikayenin bir anda hızlanması üzerinden de görmek mümkün. Örneğin, ailenin yanında daha önceden süklüm büklüm bir pozisyonda olan Beton, aileyi kurtarmak için bir anda cinayet işliyor fakat bunun gerilimini üzerinde hiç taşımıyor. Depremde yaşadıkları karşısında ağır bir psikolojik travma içindeki Beton cinayet karşısında sıfır psikoloji içinde görünüyor. Ya da ailenin serseri oğlu Turgut, attığını 12’den vursa da bildiğimiz kadarıyla kriminal işler içinde yer almamakla beraber, aşkı uğruna bütün uyuşturucu çetesini karşısına alıyor ve arkadaşları ile onları bire kadar kırmayı başarıyor. Üstelik bu çetenin ardında Ruslar var ve Beton bir önceki bölümde Rusların Sarıbahçe’deki adamı konumuna gelmişken bir sonraki bölüm tam tersine dönüyor vs.
Bu tarz dizilerde ilginç bir husus da bir ahlaki nirenginin bulunmaması. Burada kitabi bir ahlakilikten söz etmesek bile söz konusu nirengiyi ortaya koyacak bir karakter, tartışma, psikoloji bulmak mümkün değil. Karakterlerin kararlarında ya da Beton örneğinde olduğu gibi dönüşümlerde rol oynayan tek şey: güç. Güç burada, diyelim ki aileyi ayakta tutmak için ya da sırf bireysel bir güç arzusu sebebi ile göz ardı edilemeyecek önemli bir faktör olsa bile, herkesin cinayet dahil çok kolay kötülüğe kayabildiği ve bunun gerilimini, yüzeysel bir ahlaki tartışmayla bile olsa taşımadığı bir dünyadan söz ediyoruz.
Bunun sebebi hikayenin belirli bir ölçüde yine alegorik bir yapıda tasarlanması. Sarıbahçe üzerinden, içinde yaşadığımız toplumda olduğu düşünülen bozuklukların bir soyutlama olarak işlenmeye çalışıldığını düşünebiliriz, bu da söz konusu soyutlamanın sergilenmesinin ahlaki bir gerilimin önüne geçmesini sağlıyor. Kısaca sergilemek onu irdelemekten daha çekici hale geliyor.
Bu haliyle Magarsus’un yine de belirli bir potansiyel dahilinde hareket ettiği sürece başarılı bir dizi olduğunu söyleyebilirim. İkinci sezonda (ilk bölümden gördüğüm kadarıyla) konu bu sefer madencilik, iklim krizi, kasabanın futbol kulübü gibi yeni alt temalarla zenginleştiriliyor. Sezon bitmeden söylemek gerekirse, dizi katmanları çeşitlendirme, işleme, tartışma ve bunu yaparken de sıradan insan dahil olmak üzere birey hikayelerine dönme yolunu izlediği takdirde daha sağlam bir zemine basabilir. (Tabii dizi hali hazırda çekildiği için bunu böyle söylemek abes gerçi.)
Biraz da özellikle iklim krizi gibi meselelerin diziyi kitabileştirip kitabileştirmediğini görmek gerekiyor. Ya da ikinci sezonun ilk bölümünde yağmur duası üzerinden dine yapılan atıf sadece herkesi cahil gören Tansu ile belli ki çiğ bir sağcı portre olarak konmak istenen Beton arasındaki gerilime mi hizmet ediyor, bakmalı. Özellikle işin siyasi boyutunun dizilerde klişenin kırılıp bir bakış açısı sunacak şekilde verilmesini çok beklemiyoruz şüphesiz. Yine de çiftçinin, şirketin, mühendisin, belediyenin, elin Amerikalısının ya da Rus’unun dünyasından Sarıbahçe nasıl görünüyor, bu çelişkili tablo vaatkar; ama kırılgan bir vaatkarlık. Bunları söylerken dizi üzerinden sosyoloji yapalım demiyorum, ama derin ve geniş bir hikaye daha fazla tatmin edecektir, bunu görmek için de biraz soğukkanlılık işe yarayabilir. Hikaye doğal akışı içinde zaten kendi hareketliliğini yaratır. Tabii izleyici daha aceleci bir şekilde o hareketliliği görmek isteyecektir belki de, o zaman durum değişir.