Sessizliğin içinden gelen film: Armand


Armand, Norveçli film yapımcısı Halfdan Ullmann Tøndel’in ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi. Dünya prömiyerini 18 Mayıs 2024'te 77. Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde yaptı ve En İyi İlk Film ödülünü kazandı. Bu başarısının ardından film, 2025 Oscar Ödülleri En İyi Uluslararası Film ödülü için Norveç'in Oscar adayı olarak seçildi ve 15 filmlik kısa listede yer buldu. Norveç'te 27 Eylül 2024'te vizyona giren film, 11 Nisan 2025’te Türkiye’de sinemaseverlerle buluştu. Ben de 17 Nisan’da Kadıköy Sineması’nda filmi izleme fırsatı bulabildim.

Armand, hakkında konuşulması gereken ama konuşulamayan şeylerin filmi. Film bir olaydan, bir çocuktan, bir annenin yüzündeki gölgelerden ve suskunluklardan ibaret. Ama asla yalnızca bunlardan ibaret değil. Film bittiğinde ne olduğunu bilmiyoruz. Ama ne hissettiğimizi biliyoruz. Tøndel’in sineması tam da bu noktada başlıyor: olayları değil, o olayların insanlar üzerinde bıraktığı duygusal izleri merkeze alarak. Armand, görünürde çok küçük bir olayın çevresinde dönen ama izleyicinin içini genişleten, katmanlı bir vicdan anatomisi.

Film, Elisabeth’in (Renate Reinsve) oğlunun okulda “rahatsız edici bir davranışta bulunmuş olabileceği” yönünde bir toplantıya çağrılmasıyla başlıyor. Ne yaptı? Taciz mi etti? Şiddet mi uyguladı? Ne yaşandı? Kim ne dedi? Kim hiçbir şey demedi? Film bu soruların hiçbirine doğrudan yanıt vermiyor. Çünkü anlatılan aslında bir olay değil, olayın ardından gelen toplumsal ve bireysel sessizlik. Reinsve’nin oyunculuğu burada bir metin gibi okunuyor. Tøndel’in dediği gibi: “Filmi kurarken oyuncuların mimikleriyle yazılmış görünmez bir senaryo okur gibi davrandık.” Gerçekten de öyle; Elisabeth’in gözlerini kaçırması, çantasını sıkması, oğlunun gözlerinin içine bakamaması… Her şey, bir şeyin yaşandığını söylüyor ama kimse bunu dile getiremiyor. Bu yüzden film, sürekli bir tedirginlik hissi yaratıyor.

Tøndel, Armand’la klasik anlatının tüm yapı taşlarını yerinden söküyor. Sinemanın, hikayenin kenarında durabildiğini görüyoruz. Ne üç perdeli kurgu var ne net bir başlangıç ya da son. Ama film, yine de tamamlanmış hissi veriyor. Çünkü hikaye, olaylardan değil, boşluklardan kuruluyor. Yönetmen bu tercihinin nedenini şöyle açıklıyor: 

“Olay anlatmakla ilgilenmedim. Hissettirmek istedim. Bir şey olduğunu anlaman ama ne olduğunu bilememen, bende çocukluktan kalan bir endişeydi. Onu tekrar kurmak istedim.”

Filmin sessizliği rasgele değil. Tam tersine, sesin kendisi kadar anlamlı. Görüntü yönetmenliğinden kurguya kadar tüm teknik tercihler de bu sessizliğin duygusunu destekliyor. Okulun pastel tonlara boğulmuş steril koridorları, karakterlerin konuşurken birbirlerinin yüzüne bakamaması, her cümlenin bir diğerine çarpmadan yok olması... Tøndel sinemasal alanı bir çeşit nötr mahkeme salonuna dönüştürüyor: Herkesin kendi içinden kendini yargıladığı bir alan.

Halfdan Ullmann Tøndel, sinema tarihinin büyük ismi Ingmar Bergman’ın torunu. Ve bu soyadı sinemada bir miras gibi değil, bir gölge gibi taşınır. Ancak Tøndel bu mirası taşımanın ötesine geçip onu dönüştürüyor. Dedesinin metafizik gerilimini bu filmde psikososyal gerilime evriltmiş. Bergman’ın torunu, Bergman’ı aşıyor mu diye düşünenlerimiz de var.

Filmde herhangi bir ilahi veya varoluşsal gönderme yok; her şey dünyevi. Ama yine de izleyiciye ruhani bir rahatsızlık veriyor. Çünkü izlediğimiz şey bir karakter dramı değil, bir kolektif sessizlik durumu. Bu da filme çağdaş bir etik sorgulama alanı açıyor: “Kimi zaman bir şey söylememek de bir suç ortaklığıdır.’’ Armand, anlatının dışında bir sinema dili kuruyor. Diyaloglar çoğunlukla eksik, yarım bırakılmış, kaçamak. Ama beden dili çok yüksek sesle konuşuyor. Bu dil bedenler, bakışlar ve geri çekilen ellerin dili. Filmde her geri çekilen el, her yutkunma, her bakış kaçırma birer kelime yerine geçiyor. Oyuncular, karakterlerinin korkularını dil değil vücut aracılığıyla taşıyorlar. Bu sayede film izleyicinin “izleme” alışkanlığını kırıyor ve onu “algılayan” bir özneye dönüştürüyor.

The Wrap’e verdiği röportajda Tøndel, filmin gerçek olaylardan değil ama “gerçek bir atmosferden” ilham aldığını söylüyor. Yani Armand, yaşanmış bir hikâyeyi değil, hepimizin aşina olduğu o muğlak suç-utanç-kararsızlık üçgenini yeniden kurmasıyla Norveç’ten çıkan en sessiz çığlık gibi yükseliyor. Sadece İskandinavya sineması değil; bu, hepimizin içi.

Bir şey yaşanmıştır ama kimse ne olduğunu bilmiyordur. Ve bu bilmeme hâli toplumun her alanında kendini tekrar eder. Özellikle eğitim kurumları, aile, bürokrasi, psikoloji… hepsi bu gri alanın hem taşıyıcısı hem sürdürücüsüdür. Armand, o alanın tam ortasına bir ayna tutuyor.

Belki de filmde gerçekten bir suç yok. Belki de en büyük suç, konuşmamak. Filmin en büyük suçlusu da sessiz kalanlar. Elisabeth’in korkusu, okul müdürünün mesafesi, diğer velilerin suskunluğu... Hepsi birden bir şeyin üzerini örterken aslında onu daha görünür kılıyor. Bir olay olur, ardından sessizlik gelir ve biz o sessizliğin içinde asıl ne olduğunu sezmeye başlarız.

Finalde ne olduğunu öğrenmiyoruz. Ve bu bir eksiklik değil. Çünkü Armand, öğrenmenin değil hissetmenin filmi. İzleyiciye şunları soruyor: 

Sen böyle bir şey yaşasaydın ne yapardın?

Ya da yaşandıysa, fark ettiğinde konuşur muydun?

Bu soruların cevabı yok. Belki de cevap vermek istemiyoruz. Ama işte sinemanın en etkili gücü burada devreye giriyor: Film bittiğinde bile içimizden çıkmayan bir duyguyla kalıyoruz. Rahatsız edici ama çok tanıdık bir duygu. Ve belki de bu yüzden Armand, izlediğimiz en çarpıcı filmlerden biri. Çünkü anlatmadığı şeylerle içimize dokunuyor.

Etiketler
Halfdan Ullmann Tøndel Armand Renate Reinsve Ingmar Bergman